Evet, İstanbul Atatürk Haavaalanındaydım ve işkence gördüm. Nasıl mı? Anlatayım. engelli bir yurttaş olarak Kopenhag’ta havaalanına girişte beni hemen tekerlekli sandalyeye aldılar. Uçağa kadar getirip koltuğuma oturttular.
Uçak Türk uçağı. Firmanın adı bende kalsın. Şu kadarını anlayıverin, adı bile içimizi ısıtan o güzel firma, tamam mı?
Türkiye’de de bu “merasim”in tıpkı benzeri yapılacak... Daha önce kaç kez geldim. Ama başka firmaların uçağı idi onlar.
Türkiye’de kimileri İstanbul’a gelirken yer yerinden oynuyor. Ben gelirken yaprak bile kımıldamıyor. Buna elbette razıyım. Bu durumu elbette doğal karşılıyorum. Olması gereken de bu. Anck ben bekleyen sıkıntıya bakın siz.
Uçağa girdim ya, sorun yok. Çalışanların hepsi pervane. Hepsinin gözleri gülüyor. Uçaktan inerken resmen vedalaşıyoruz. Ne güzel. Yine tekerlekli sandalyeye aldılar beni ve bir başka yolcuyu daha. Havaalanı içinde epey dolandık. Karanlığın bastığı saatlerdeyiz. Epey zaman sonra bir köşeye ulaştık.
Orada tekerlekli sandalyeleriyle bekleşen beş on kişi daha vardı Onlara ben de katıldım. Beni getiren görevli konuştu:
“Bey amca, burada üç beş dakika bekleyeceksin. Hemen seni alıp kapıya kadar götürecekler.” Ve arkadaş “Vıınnn...” Ne yana gitiğini bile göremedim... İşte ondan sonra işkence başladı. Aslında yol yorgunu olmasanız, havaalanı kapısında sizi almak üzere bekleyen yakınınız da olmasa burada dile getireceğim huzursuzluğu enfes bir tiyatro oyunu gibi izleyebilirsiniz.
Şimdi hale bakınız.... Kapalı alanda loş bir duvar dibi. Tekerlekli sandalyeleri üzerinde kıpır kıpır her yaştan tipler. Gözleri sağda solda uzayıp giden kopidorların öbür ucunda. Bir ilgili görevli kişi gelirse o yanlardan gelecek. Her biri söyleniyor.
Adamcağız eşiyle birlikte Diyarbakır’dan gelmiş, valizleri alınacak kalmış. Onun derdinde. Her kafadan bir ses çıkıyor. Bir esmer tenli arkadaş var ki, o hiç konuşmuyor...Ya yabancı, ya da çok öfkeli. Gencecik yaşta onun nesi var acaba? Bu arada homurtular yükseliyor. Tedirginlik artıyor.
Derken bir kalabalık akın ediyor. Uçaktan inmişler. Sağlam insanlar, yürüyüp gidiyorlar.
Peki, bizi ne zaman alacaklar? Belli değil, ortalık tenha. Çevrede kimse yok. Sadece biz tekerlekli sandalyeler üzerinde orta yerdeyiz.
Burada bir saate yakın bekledik. O arada üniformalı biri geçti. Ben üniformasının çeşidini inceleyip de ağzımı açıncaya kadar genç adam uzaklaşmıştı bile.
Ancak beş on dakika geçti geçmedi, bizim sandalyeler çıka geldi... Galiba az önce geçen üniformalı genç adam bizim perişan halimizi görünce yolunu değiştirdi. Ve bizim o pek makbul uçak firmamızın bürosuna gitti. “Ulan haytalar! Ulan salaklar. Engelli yolcularınızı bilmem kaçıncı bölmede unutmuşsunuz Ulaaaan” dedi. Galiba diyorum ama... Beni suçlamayın. O nedenle yıldırım hızıyla geldiler.
Şimdi yine sandalyemdeyim. Yine havaalanı içinde yol alıyoruz. Pek çok dönemeçten sonra kapıya ulaştık. Görevli delikanlı oracıkta beni kapının dışına adeta silkeledi ve sandalyeyi alıp gitti.
Peki ben yürüyebiliyor muyum? Ne gezer? Ya ayakta durabiliyor muyum? Hayır ama hadi yiğit iseniz ayakta durmayabilin bakalım...
Baktım, beni almaya gelecek Hasan Bey görünürde yok. Telefon etmek istedim. Türkiye telefonum cebimde. Kapının hemen yanında duvar gibi bir yükseltiye yaslanmış duruyorum. Telefonumu çıkardım, hoppalaaa... Telefon kesik. Manyaklar son faturayı yatıralı bir ay oldu olmadı? Ne çabuk kapattınız?
Neyse çare tükenir mi? Baktım oradan iki polis memuru geçiyor. Çağırdım, hemen geldiler. İki güzel insan. Seviniverdim. Benim yurdumun insanı bu işte. Rica ettim:
“Canım kardeşim. Şu benim telefondan NURİŞ’ i bulacaksın. Ve onun telefon numarasını alıp senin telefonla o numarayı çevireceksin. Çıkan benim kızımdır iki laf edeceğim.”
Öyle de yaptık. Uzatmayayım. Bizi havaalanından almak üzere gelen dostumuzla buluştuk. İşte şimdi İstanbul’dayım.
İstanbul ! Seni sevebilmeyi çok istiyorum.