İstanbulu Gördünüz mü?

Zeynel KOZANOĞLU

Ben beş altı yıldır gidememiştim. Geçtiğimiz Mayıs başıdan bu yana dördüncü kez gidip geliyorum. Sonuncu kez iki hafta kadar önce Kopenhag’tan gidip Kopenhag’a döndüm... Şunun için bu kadar ayrıntılı yazıyorum. İstanbul’a ilişkin olarak yazacaklarımı öyle kulaktan dolma ve oturdğum yerden yazmıyorum. İstanbul yolunda yaşadıklarımı yazıyorum.

Yazıma başlamadan önce duamı da edeyim.

 “Allah İstanbul’da oturmak zorunda bulunan bizim sınıftan insanlara sınırsız sabır versin, dizlerine kuvvet versin, akıllarına sağlık versin. Allah her türlü iç ve dış tehlikelerden korusun. Akıl sağlığı önemli. Allah İstanbul’da oturan orta halli kulunu korusun. “

Ben dört kez gittim ama çıldıracak hale geldim. Bundan sonra ne olur bilemem. 

Efendim, uçaktan iniyorsunuz, güzel. Havaalanını terk etmek üzere çıkış kapısına kadar geliyorsunuz. Bu da iyi. Ancak, kapıdan dışarı kafanızı uzattığınız anda çarpılmışa dönüyorsunuz. Taksi, taksi, taksi... Ve yolcusunu almaya gelmiş her boyda arabalar... Bir koşuşmadır, bir kapışmadır gidiyor. Peki, şimdi bizi almaya gelen Hasan Bey nerelerdedir?

Hasan Beyle buluştuk. Şişli’ye gideceğiz Abide-i Hürriyet Caddesi numara 103.

Allahım Çin İşkencesi dedikleri bu mudur? Kıdım kıdım, adım adım... Hani masalda var ya... Bir arpa boyu. Bir de yol boyunca sağdan soldan burnunu uzatan arabalar... Yandaki sokaktan yola fırlayan köyden yarın gelmiş şeyler...

Aklıma İzmir’den bir anı takıldı. Arkadaşın biri arabasıyla şehir içinde yoldaymış.  Bakmış, yolda Kaya Çelikkanat yürüyor. “Atla arabama, seni götüreyim” demiş. Kaya muzip “Sağ ol arkadaşım” demiş, “Benim işim acele... Yürüyerek gitmem gerek.”

Hasan Beyi kardeşimin oğlu Kadir Kozanoğlu bizim için görevlendirdi. Ne zaman gelip gidecek olsak ona haber veriyoruz. Kadirimiz de sağ olsun, Hasan Bey dostumuz da.

Hasan Beye “Yürüseydik daha çabuk gider miydik?” diye soracak oldum. “Nerede ağabey” dedi. “Şişli bayağı uzak.” Eh uzaksa ne yapalım, katlanacağız. Zaten “yürüseydik” lafını öylesine söyledim, ben İstanbul’a yürümeme engel olan rahatsızlığım için geliyorum.

İstanbul içinde iki saati aşkın süre boyunca trafikte pek çok canavarla cebelleştikten sonra şöyle daracık bir aralığa giriyorduk ki şoförümüz Hasan Bey geniş bir soluk aldı.

“İşte Abide-i Hüriyet Caddesi” dedi.

“Neeee?” dedim birden bire. Hayal kırıklığım o kadar yüksek olmuştu ki, kendimi zor toparladım. “Bunun neresi cadde arkadaş?” diyebildim Karşıdan hiç araba gelmiyordu. Gelse de geçemez. Cadde o kadar dar ki, mutlaka hükümet katında bir kayıranı olmuştur. Yoksa “Sokak” demek bile bu aralığa fazla. Her neyse, İstanbul’u satın alacak değilim. O kadar param yok. “Yarısı satılık” deseler “Kırar sarar bir şey yaparız da”  anamdan kalan çıkın filan.

Evet, yol bitti. Yol bitti ama ben de bittim. Ancak güzel olan ne, biliyor musunuz? Apex Tıp Merkezinin hemen kapı karşısında otelimiz, Otel Regno... Nurhan Kızımla birlikte olduğumuzu söylemeyi unuttum galiba. Odamızda yataklarımızın üstüne kendimizi zor attık.

Otelin resepsiyonunda biraz da yüksek sesle “Bu bayan benim kızım” dedim. “Soyadımızın benzemediğini görüp polis gece baskına filan gelir, ona göre haaa...” dedim. Resepsiyonda  genç, güzel ve güleç bir bayan çalışıyor. “Notunuzu aldım efendim” dedi.

Kendimizi biraz toparladıktan sonra Apex Tıp Merkezine geçtik. Prof. Dr. Osman Tanık’la tanıştık. Raporlarımı gördü. Hikayemi dinledi. ”Tamam”  dedi. “Altı ay benim hastamsın. Senin doğru dürüst yürümeni sağlayacağım” dedi. Osman Beyi sevdim. Ancak olayın bu yanı konumuzun dışında elbet.

İstanbul’a ilk gelişimizde gözümüz öylesine korkmuştu ki, bu korkuyu dördüncü gelişimizde de bile üzerimizden atamadık. Ve biz İstanbul’a her gelişimizde otelimizi İstanbıul’dan daha rahat bulduk. Her gece yarısında eksozundan çıkardığı o korkunç ses nedeniyle yüzünü göremediğimiz o serseri kişiye selam ederiz. Gözlerinden öperiz.

Bu İstanbul gidiş gelişleriyle ben günaha da girdim. Nasıl girmeyeyim arkadaşlar... Allahın adaleti konusunda içimde kuşkular belirdi. Ne yani, Yüce Allah öte dünyada bütün kullarını sorguya çekecek de, İstanbul’un şu eziyetine yıllarca katlanan kulları ile, ömründe motorlu taşıt görmemiş talihli insanları aynı kefeye koyacak? İstanbul trafiğinde yıllarca koşan, düşen, ezilen gariplerin hakkını gözetmeyecek mi?  

...

Yine de sizi büsbütün karamsarlığa sürüklemeyeyim sevgili okurlarım. İstanbul’da oturan Namık Kemal Kefeli gibi bir yakınınız varsa az buçuk da olsa İstanbul’un tadına varırsınız.

Gerçi, her ne kadar eşi ile kayın validesi yanında olduğu halde otelimize kadar gelerek bizi alıp İstanbul’un tarif edemeyeceğim nezih bir köşesinde guruba karşı nefis bir ısmarlamak inceliğini gösterdi ama... Ben bu gidip gelişimizde de, yemekte de pek rahat değildim.

Ne yalan söyleyeyim, hani kimi mevsimlerde Leylekler İstanbul’un üstünden uçarken hasta ve yaralılarını bırakıp gidiyorlar ya... Her nedense yemek boyunca kendimi İstanbul’a leyleklerden biri gibi hissettim.

Bir yürekli İstanbul’lu daha... Oturduğu Zeytinburnu’ndan Şişli’ye otelimize kadar gelen  sevgili akrabam Abdullah Ünal. Bu genç adam on yılı aşkın süredir tekerlekli sandalyeye mahkûm yaşıyor. Ama İstanbul kazan o kepçe hiç durmadan şehrin iki yakasında da cirit atıyor. Biz Abdullah Ünal’ı görünce hemşaşırdık hem de biraz utandık.