Geçtiğimiz haftanın en önemli olayı şüphesiz Ayasofya Camisinin 86 yıl sonra ibadete açılmasıydı. Görkemli bir açılış yapıldı. Koronayı, salgını umursamayan müthiş bir kalabalık, sabah saatlerinden itibaren Ayasofya çevresini doldurmaya başladı... “Davetiye gelirse Ayasofya’da kılınacak Cuma Namazına katılırım” diyen Muharrem İnce’ye, “Ezan bütün Müslümanlar için umumi davet anlamı taşır.” Diye cevap veren Diyanet İşleri Başkanı, bu sözü ile çelişen bir şekilde 500 özel kişiye Ayasofya’da kılınacak Cuma namazı için davetiye gönderdi.
Beklenenin aksine Ayasofya’nın ibadete açılmasına ne Atatürkçü çevrelerden ne de CHP’den bir itiraz gelmedi… Ama farklı bir gerginlik yaşandı. Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş, Cuma hutbesinde, Diyanet İşleri Başkanlığı web sayfasında yayımlanan hutbe metninde olmadığı halde “Bizim inancımızda vakıf malı dokunulmazdır, dokunanı yakar. Vakfedenin şartı vazgeçilmezdir, çiğneyen lanete uğrar” demesi, “Atatürk’e lanet okumak” olarak algılandı… Gerek medyada, gerek sosyal medyada bu konuda çok sayıda değerlendirme yapılmasına karşılık, Ali Erbaş’tan herhangi bir açıklama ve düzeltme gelmedi…
Ali Erbaş Atatürk’e lanet okumadan Ayasofya’nın müze yapılması kararını eleştirseydi belki fikir özgürlüğü çerçevesinde hoşgörü ile karşılanabilirdi. Ama Ali Erbaş’ın “Atatürk’e lanet okuması” kelimenin tam anlamıyla hadsizliktir…
Hedef aldığı Atatürk, İstanbul’un ikinci fatihidir… Fatih'in fethettiği İstanbul 16 Mart 1920'de Müttefikler tarafından işgal edildi... İstanbul 5 Ekim 1923'e kadar da 3 yılı aşkın süre işgal altında kaldı... 5 Ekim 1923 Tarihinde Türk Ordusunun İstanbul'a girmesiyle İşgal sona erdi... Bir başka ifadeyle İstanbul yeniden fethedildi... “İstanbul mutlaka fethedilecektir. Onu fetheden komutan ne güzel komutan, o ordu ne güzel ordudur.” hadisinin iki muhatabı vardır; birisi Fatih Sultan Mehmet, diğeri Mustafa Kemal Atatürk…
Siz; 29 Ağustos 1521, 21 Aralık 1522, 8 Eylül 1526 tarihlerini hatırlıyor musunuz? Bu tarihlerde herhangi bir kutlama yapıldığına şahit oldunuz mu? Bu tarihler sırasıyla; Belgrad’ın, Rodos’un ve Budapeşte'nin fetih tarihleridir… Bu zaferler de büyük zaferlerdi. Ama kutlamıyoruz. Daha doğrusu kutlayamıyoruz. Niye? Çünkü kaybedilen toprakların fethinin kutlaması yapılmaz… Ancak, acı da hissettiren buruk bir özlem duyulur… Her Müslüman aydının Endülüs karşısındaki duyguları gibi… Olsa olsa Yahya Kemal’in Endülüs’te yaptığı gibi, şiir yazılır…
Demem o ki; İstanbul işgal altında olsaydı, İstanbul’un işgalinin ön hazırlıklarının yapıldığı 1919 Mayıs'ının başlarında, İstanbul sahillerine demirleyen savaş gemilerini görünce "Geldikleri gibi giderler" diyen ve kutlu bir mücadeleden sonra onları geldikleri gibi gönderen İstanbul’un ikinci fatihi Mustafa Kemal Atatürk tarafından kurtarılmasaydı, ne “İstanbul'un Fethi”nden bahsedebilirdik, ne Fatih'in büyüklüğünden, ne de Ayasofya’nın öneminden… İstanbul’un işgali sürse, Ayasofya muhtemelen kilise olurdu…
Vakıf, veraset ve miras konularında çok hassas olduğu anlaşılan, Ali Erbaş daha önce;
Yabancılara toprak satışı yapılırken, Fatih Sultan Mehmet’in “İstanbul’da fethettiğim yerleri yabancılara satanlar, Allah’ın gazabına uğrasınlar.”[i] dediğini hatırlatsaydı,
Atatürk’ün, Atatürk Orman Çiftliği'ne ilişkin mirası delik deşik edilirken, İş Bankası'ndaki vasiyeti çiğnenmeye çalışılırken, yazıktır günahtır, vasiyete uymak dinin ve örfün gereğidir deseydi,
Kubbeler, minareler şehri İstanbul’un silueti gökdelenlerle bozulurken, tarihi miras yok edilirken, İstanbul katar katar Katarlılar'a satılırken kimsenin tarihi mirası katletmeye hakkı yok diye hutbeler irat etseydi,
Bir Vakıf müessesesi olan Vakıfbank’ın vakıf hisseleri Varlık Fonu'na devredilirken de vakıf mallarının dokunulmaz olduğundan bahsetseydi,
Atatürk’e lanet okumasını değil ama Ayasofya’nın müzeye dönüştürmesine eleştiri getirmesi hoşgörü ile karşılanabilirdi.
Türkiye Cumhuriyeti’nin Diyanet İşleri Başkanı'na düşen, Ayasofya’nın açıldığı gün kılınan Cuma namazındaki hutbede Atatürk’e lanet okumak değil, İstanbul’un iki fatihini de, yani Fatih Sultan Mehmet’i de Mustafa Kemal Atatürk’ü de hayırla yâd etmek olmalıydı…
Hutbede Atatürk’e lanet okunması, Yezid zamanında camilerden, Hazreti Ali ve Ehl-i Beyt’e okunan lanetleri getirdi aklıma… Yezid’in imamlarının hutbelerde Hazreti Ali ve Ehl-i Beyt’e okudukları lanet nasıl onların büyüklüklerine bir halel getirmemişse, Ali Erbaş’ın Atatürk’ü hedef alması da Atatürk’ün büyüklüğüne halel getirmez…
Yel kayadan ne aparır?
[i] Bu olay Sayın Erdoğan’ın İstanbul Büyük Şehir Belediye Başkanı olduğu yıllarda yayımlanan Prof. Dr. Süheyl Ünver’in İstanbul Risaleleri kitabında şu şekilde aktarılmaktadır;
"Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’un fethinden sonra kenti gezerken, kapalı bir mekândan inilti duyar. Fatih, sesin sahibini oradan çıkartıp, yanına getirtir ve neden hapsedildiğini sorar. Adam, gelecekten haber veren bir keşiş olduğunu, kuşatma sırasında İstanbul’un Türklerin eline geçeceğini söyleyince, Bizans imparatorunun gazabına uğradığını ve bu nedenle hapse atıldığını söyler. Fatih keşişe, İstanbul’un Türklerin elinden çıkıp çıkmayacağını sorar. Aldığı cevap şöyledir. "İstanbul, Türklerin elinden harp ve darp ile çıkmayacak. Lâkin öyle bir zaman gelecek ki, mülk ve arazileriniz satılacak, bu suretle İstanbul Türk malı olmaktan çıkacak." Fatih, bu sözler üzerine ellerini havaya kaldırarak bilinen şu bedduada bulunur. “İstanbul’da fethettiğim yerleri yabancılara satanlar, Allah’ın gazabına uğrasınlar.”