Bana “son zamanlarda seni en fazla rahatsız eden haberler hangisidir?” diye sorsanız, şaşırırım.
Covid 19’a, siyasetin seviyesizleşmesine, ekonomik sıkıntılara, tarımda dışa bağlılığımıza, yolsuzluklara, yaygınlaşan nepotizme, hoşgörüsüzlüğe-tahammülsüzlüğe, toplumsal kutuplaşmaya, eğitimin kalitesizliğine, beyin göçüne, ortak değerlerimizin kalmamasına, bölücü hareketlere, fetöcü yapılanmanın yok edilememesine, teröre, kültürel ve ahlaki yozlaşmaya, makama ve paraya gösterilen itibara, çocuk tacizlerine, kadın cinayetlerine ilişkin haberlerin hangisinden daha fazla rahatsız olduğumu seçemem.
Birbiri ile alakasız gibi görünseler aslında hepsi birbirini etkileyen sorunlar… Biri çözülmeden, diğeri, diğeri çözülmeden berikinin çözülmesini zor görürüm.
Ama yine de mutlaka bir cevap isterseniz, cevabım “Çocuk tacizleri ile kadın cinayetlerine ilişkin haberler” olurdu
İki kız çocuğu babası olmamın etkisi var mıdır, bilmem ama sırf fiziki olarak güçlü oldukları veya akıl dışı gelenekler onları kadınlardan üstün görüyor diye, erkeklerin kadınlara karşı şiddet kullanmalarını hiç hazmedemedim…
Kadın Cinayetlerinin ve kadına şiddetin en önemli nedenlerinden birisinin, erkekleri; kadından üstün olduklarını düşünecek şekilde, kadını seks objesi olarak gören anlayışla, kadının görevinin yalnızca annelik ve kocasına hizmet olduğunu düşünecek şekilde yetiştiren, toplumsal ve ailevi eğitim anlayışı olduğunu düşünürüm…
İşin ilginci kadınlarımızın çoğu da bu anlayışı benimsemiş, kabullenmişler. Bu kabullenişe yıllar önce şahit oldum. Yıl 1974, öğrenciyim; bir arkadaşımla Ankara’da Demirtepe’de bir dernekten çıktık Maltepe’ye doğru yürüyoruz. Necatibey köprüsünün üzerinde 30-35 yaşlarında bir erkek yanındaki kadına acımasızca vurmaya başladı. Bir taraftan vuruyor, diğer taraftan küfrediyor. Kadın yere yıkıldı. Bu defa adam kadını tekmelemeye başladı. Hemen yetiştik. Adamı çektik. Oldukça yapılı olan arkadaşım, adamın yakasından tuttu. Bir taraftan da “Türk töresinde kadına vurmak var mı?” diye soruyor. Bu arada eli yüzü kan içindeki kadın ayağa kalktı. Ve bize bağırarak “Siz kim oluyorsunuz da, bize karışıyorsunuz? Kocam değil mi? Döver de, sever de.” Biz şaşkın bir vaziyette, onları bıraktık, sanki suçlu bizmişçesine önümüze bakarak oradan ayrıldık…
Son yıllarda “erkek her zaman haklıdır” diye özetlenebilecek bu erkek egemen anlayış, o kadar yaygınlaştı ve her türlü ahlak kurallarını aşan bir sapıklığa büründü ki, insanın havsalasının kabullenmesi mümkün değil.
Geçtiğimiz günlerde bu anlayışın çok uç bir örneğine şahit olduk; İsviçre’de yaşayan ve akraba ziyareti için Mardin Kızıltepe’ye gelen 17 yaşındaki Z.Ç.’nin öz amcası tarafından iki gün boyunca tecavüze uğradığı iddiasıyla açılan davada, mahkeme tecavüzü DNA raporuyla kanıtlanan sanığın tutuksuz yargılanmasına karar vermiş. İşin ilginci tahliye kararını aralarında çok sayıda kadının da bulunduğu sanık yakınları davullu zurnalı bir karşılama töreni ile kutlamışlar... Mahkemenin anlaşılmaz, toplum vicdanını rahatsız eden bu kararı bir yana; akrabalarının yaptıklarını benim beynim algılamakta zorlanıyor... Hele bir kadının bu tahliyeye sevinmesini sanırım hiç bir psikolog izah edemez...
Her ne kadar İçişleri Bakanı Süleyman Soylu 2020 yılında kadın cinayetleri %20 azaldı dese de televizyon ve gazete haberlerini takip ettiğimizde çok net bir şekilde son zamanlarda çocuk-kadın tacizleri ile kadın cinayetlerinin arttığını gözlemliyorsunuz. Kadın derneklerinin açıklamaları da o yönde. Son yıllarda resmi rakamlarda bir sorun var. TUİK’in açıkladığı rakamlar da hayatın gerçekleriyle ya da bizim algımızla pek örtüşmüyor. Ya resmi rakamlarda bir hata var, ya da algılarımızda… Bu kadın cinayetleri açısından da böyle.
Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu, 2020 yılı raporunu açıkladı. Rapora göre 2020 yılında 300 kadın öldürüldü, 171 kadının ölümü de "şüpheli" olarak kayıtlara geçti. Platformun raporunda 2020 yılı şu şekilde özetlenmiş: “Bu yıl 300 kadın cinayeti işlenmiş, 171 kadın şüpheli bir şekilde ölü bulunmuştur. Öldürülen 300 kadından 182’sinin neden öldürüldüğü tespit edilemedi, 22’si ekonomik, 96’sı da boşanmak istemek, barışmayı reddetmek, evlenmeyi reddetmek, ilişkiyi reddetmek gibi kendi hayatına dair karar almak isterken öldürüldü. 182 kadının hangi bahaneyle öldürüldüğünün tespit edilememesi, kadına yönelik şiddetin ve kadın cinayetlerinin görünmez kılınmasının bir sonucudur. Kadınların kim tarafından, neden öldürüldüğü tespit edilmedikçe; adil yargılama yapılmayıp şüpheli, sanık ve katiller caydırıcı cezalar almadıkça, önleyici tedbirler uygulanmadıkça şiddet boyut değiştirerek sürmeye devam ediyor.”
Bir de ölmeyenler/ölemeyenler var. Sakat kalanlar, işkence edilenler, suratına kezzap atılanlar, vücut bütünlüğüne saldırılanlar. Bazen öldürmekle de yetinmiyorlar. Öldürdükten sonra tecavüz ediyorlar, cesetleri parçalıyorlar veya yakıyorlar… Akla hayale gelmez sadistlikler. İşin ilginci de öldürenlerin büyük çoğunluğu, öldürülenleri sevdikleri iddiasındalar. Katiller çoğu zaman, maktulün ya kocası, ya sevgilisi… Yani maktule âşık olduğunu, ona sevdiğini defalarca ilan etmiş maşuklar… Hatta katiller arasında evlatlar da var.
Bazen, bazı erkeklerin yaratılış itibariyle sadizme eğilimli olmalarının bu olayların oluşumunda payı var mı? Diye düşünmeden edemiyorum...
Ömer Seyfettin “Busenin Şekl-i İptidaisi” isimli hikâyesinde bu tezi hikâyesinin kahramanına şu şekilde söyletiyor; “Sadizm mi?… Oh, bu müthiş bir erkek hastalığıdır. Buna müsab olan (yakalanan) erkek, kadını ezmek, kadını dövmek, kadına zulüm ve îtisaf (haksızlık) etmekle mütelezziz olur (zevk alır). Bazen bilâ-sebep kadının saçlarını yolmakla, gözlerini çıkarmakla, yüzüne zaryağı dökmekle vücuduna iğneler, şişler batırmakla, burnunu veya kulaklarını kesmekle meyl-i marazisini (hastalıklı eğilim) tatmin edemez, öldürür.”
Kadın cinayetleri bu kadar yaygın değilken Ömer Seyfettin'in bu tespiti yapması dikkat çekici değil mi?