Genelde köleye değil köleleştirene, sömürge olana değil sömürgeleştirene karşı çıkarız. Estağfurullah, karşı çıkmayız; söylenerek tepki verdiğimizi ve böylece karşıt olduğumuzu sanarız. Oysa karşıt olmak köleleştirmeye veya sömürgeleştirmeye müsaade etmemektir. Bu da akılla ve aksiyonla sağlanır.
70 yıldır İsrail ve Çin zulmüne bağırıyoruz - çağırıyoruz da niye bir şey değişmiyor? Koca Çin’i bırakın, küçücük İsrail’in devâsa İslam Dünyasından korkusu mu var? Herkes işgale karşı mı yoksa işgalcilerle işbirliği yapan hatırı sayılır miktarda insan varlığı söz konusu mu?
Çıkarım, menfaatim Anadolu’yu işgale gelen Yunanlılarla münasebet kurmayı gerektiriyorsa benim Müslümanlığıma yada Musevîliğime, Sünnîliğime yada Alevîliğime, Türkmenliğime yada Kürtlüğüme, yöreme yada sülâleme ne bakıyorsunuz; karakterime bakın. Bkz: İsra 84.
İnsanın kendisinin meta olduğu ticarete kölelik diyoruz. Yani köle kendisinin köleleştirilmesine rıza gösterendir. Her türlü şart ve mihneti göze alarak, sırf hayatını idame ettirebilmek için özgürlüğünü satana köle; bu şartlar altında satın alana da efendi/sahip denir. Hatta mâlik; insanı mülk edinen, mallaştıran..
“Kendini kullandırmak veya kullanılmasına müsaade etmek insanı köle kılar” diyor Kenan Göçer ‘Dostluk’ makalesinin ‘Şiddet’ kısmında. Yani işin özünde tercih var. Kölelik bir kader değil karakter meselesidir. Devamen; zihinsel bir hastalıktır, iradesizlik ve zayıflıktır.
Mithat Cemal Kuntay’ın ‘Eğilme’ şiirinde geçen “Sessiz kölelerdir yaratan binbir ilâhı” mısrası mevzunun hülâsasıdır. Sonrasındaki satırlar da günümüzde yaşadıklarımızın arşiv vesikasıdır: “Elbet put olurlar öpülen eller, etekler / Elbet öpen oldukça olur öptürecekler!”
Dinimiz İslam’mış gibi yaptık hâlbuki ‘para’ydı. Para-pul için, çıkar-menfaat için, makam-mevki için, imkân-tatmin için, hırs-heves için değerlerimizi sata sata bu hâle geldik. 1994’te yazdığım ‘İsterüüük!’ (Kaynayan Kazan) şiirimde dile getirmeye çalıştığım “Vatanı milleti saz ede ede / Devletin malını haz ede ede” ilerledik ve şimdiye demirledik.
- güce yakın durarak istifadelenmeye çalıştık; meşruymuş, gayrimeşruymuş, bakmadık bile. dünyalık peşinde koştuk; harammış, helâlmiş, ayırmadık bile. Hesapta Türk ve Müslümandık ama ömür boyu diğer Türk ve Müslümanlarla uğraştık, yarıştık, bozuştuk. Gâvura gâvurluk yapmadık, birbirimize gâvurluk yaptık hep.
Ben başlığa kokuşmuşluk yazdım sen çürümüşlük say. Afilli olsun dersen İngilizcedeki ‘dejenere’, Arapçadaki ‘tefessüh’ kavramlarından kopya çekebilirsin. İllâ Kuran’da geçen bir isim olsun merakını ise fesad, ifsâd, müfsid, müfsidin kavramlarıyla giderebilirsin.
Ezan; Menderes için de, senin için de bahaneydi. Derdin-gayen düzenin nimetlerinden faydalanmak için onu paravan kılmaktı. 28 Şubat ve Başörtüsü de bahaneydi; bütün dert sisteme yani devlet aygıtına dahil olmaktı. Ağzımızdan çıkanlarla davranışlarımız ne zaman örtüştü ki?! Özü-sözü bir olanlara ne vakit destek olduk ki?! Kazanacak aday, kazanacak parti, kazanacak takım’dan başka gözümüz neyi gördü ki?! Eh, şimdi n’ooldi?! Ne kazandık?!
Seçim sadece sandıkta değildir, hayattaki tüm tercihlerimizdedir. Başımıza gelenler tüm yapıp etmelerimizin toplam sonucudur. Devâsa yolsuzluk, kronik rüşvet, alışılmış yandaşlık - kanıksanmış kayırmacılık, kirli ilişkiler (siyaset-mafya-kolluk), rezillikler (cinayet, darp-gasp, uyuşturucu, ç… pornosu ilâ âhir) işin bir yüzü; din satma, pazarda aldatma, yakalanınca yalan atma, gündüz kuşağı kadın programlarındaki karman-çorman Anadolu ahlâkı, yemek yarışmasında bile haksız da olsa kazanma adına kocaman kayınvalidelerin kameralar önünde haksızlığı hak görme hakkı, sportif ve sosyal medya kapışmalarındaki medenî (!) üslûp, kısa yoldan köşeyi dönme ve sanal paralarla voliyi vurma hayâllerinin eylemliliği öbür yüzü. Bizim yüzümüz.
“Hiç kuşkusuz bir toplumun bireyleri kendi iç dünyalarını değiştirmedikçe Allah da o toplumun gidişatını değiştirmez.” (R’ad 13)