Kopenhag’tan bir anı...

Zeynel KOZANOĞLU

Bizde geçmişte okullarda “Yerli Malları Haftası” kutlanırdı. Danimarka okullarında da buna benzer bir hafta var. Yalnız hedefi biraz değişik. Burada amaç öğrenciyi hayatın günlük uğraşılarıyla tanıştırmak, kimi mesleklerle tanıştırmak ve deneyimli birer birey olmalarına katkıda bulunmak diye özetlenebilir.

Okulda bütün bir haftayı bir etkinliğe ayırmışlardı. Okul bütünüyle bir “devlet/ şehir” oluyor. Yani bir devletin bir şehri gibi oluyor. İçinde yaşadığımız normal bir şehirde neler varsa, bu düzenlemede bunların hepsi var. Alış veriş merkezleri, berber, postane, pastaneler... Restoranlar...

Bu şehrin bir gazetesi bile var. TV istasyonu var. Yayın yapıyor.  Postacılar mektup dağıtıyor. Normal yaşamda bir şehirde neler var ve neler yapılıyorsa, bu şehirde de bunların hepsi var. Eskici dükkanları var. Çalışanların hepsi öğrenciler.

Bütün öğrenciler gündelik ücretle çalıştırılıyorlar.

Aileler ve meraklı yetişkinler günün her saatinde geliyor. Sergileri geziyor, konserleri izliyorlar. Alış veriş ediyorlar. Bu şehrin özel parası da var. Evet, siz ister yetişkin olun, ister öğrenci olun, gelirken normal “para”nızı bu şehrin bankasına  veriyorsunuz. Özel bir parite üzerinden bu şehrin parasından alıyorsunuz. Ve alış verişte ve diğer etkinliklerde bu parayı kullanıyorsunuz.

Öğrenciler gördükleri hizmet karşılığında her akşam gündeliklerini bu para üzerinden alacaklar. Bu sistem bir hafta boyunca tıkır tıkır işleyecek biçimde yüzü aşkın öğretmen tarafından birkaç ay çalışılarak hazırlandı. İşletmeye sokuldu.

Bir ayrıntı daha... Bu şehrin parası doğal olarak fotokopi makinesinde yapıldı. Güzel bir kompozisyon... Boyutları da normal... Yeşil, kırmızı ve kahverengi paraların her biri değişik değerde... Şöyle müzelerin biletlerine benzer boyutlarda.

İlk gün büyük bir başarıyla sona erdi.

Öğretmenler mutlu. Okul müdürü sevinçli. Öğrencilerin yarısına yakını Türk olduğu için okulda görevli Türk öğretmenler de mutlu, sevinçli ve hem gururluyuz. Çünkü bu işleyişi yüzde elliye yakın oranda Türk çocukları göğüslemiş durumda...

Ve ertesi gün... Türk öğretmenler ertesi günü sanki bir “10 Kasım” gibi yaşadılar.

Altıncı sınıfta okuyan Türk çocuklardan biri bu şehrin parasından sahte olarak bolca yapmış ve sabahın erkeninde iki arkadaşıyla birlikte okulun içinde pek çok ünitede birden piyasaya sürmüştü. Danimarka insanı öfkelenmeyi bilmiyor mu ne?

En küçük ayrıntısına kadar hesap ederek hazırladıkları projenin böylece çökertilmesi karşısında ortalığı velveleye vermediler. Çocuklara bağırıp çağırmadılar. Hatta ailelerine bile haber vermediler. “Kol kırılır yen içinde kalır” atasözü gerçek oldu.

Böyle uygulamalar nedeniyle bu ülkede çocuklar hemen her konuda el becerileri edinmiş olarak büyüyorlar. Hani biliyoruz ya, Avrupa’da çocuk belli yaşa gelince evi terkediyor. Kendi başına hayata tutunmak ona zor gelmiyor da bu terkedişe katlanılabiliyor.

Bunların kültürleri bizim kültürden farklı. Hangisinin iyi olduğuna karar vermek mümkün değil. Bize bizimki iyi geliyor, onlara da onlarınki... Ama sonuç aynı... bizde de evlat evlattır, bunlarda da evlat evlat olarak kalıyor. Çocuk evden gidince tanışıklık da bitiyor gibi bir bilgi doğru değil.

Öyle haller oluyor, öyle aymazlıklara tanık oluyorum ki, karışmadan edemiyorum. Bu huyumu hayruş da sevmiyor. Ama ne yapayım ki, ortada bir haksızlık var. Ve bakıyorum, kimsenin aldırdığı yok. “Eee, insanlık ölmedi” gibisinden ben atılıyorum.

Ve hemen her zaman da hırpalanıp çıkıyorum. İnsanlık ölmüş, benim haberim yok.

Yüzlerce olay anlatabilirim. İşte bunlardan en çarpıcı olanı. Belediye otobüsündeyiz. Üçyol dolaylarında bir adam bindi. Ayaklarından biri dibinden yok. İki koltuk değneğine dayanarak ön sırada kendisine verilen yere oturdu.

Yaşlıca, uzun boylu, yoksul görünüşlü biri.

Özürlü olduğu için otobüse para ödemeyecek. Şoför bu yurttaşımızdan özürlü olduğuna dair evrakını istedi. Şimdi siz isterseniz benim iftira ettiğimi düşünebilirsiniz. Ama gerçekten böyle oldu. Adamcağız ceplerini karıştırıp da kartını martını bulamayınca şoför “Öyleyse para atacaksın” dedi.

Özürlü kişinin ya bozuk parası yoktu, ya da hiç parası yoktu.

Birkaç sıra gerilerden inşaat işçisi kılıklı bir yurttaşımız bir bilet uzattı. Yakınında ben oturduğumdan bileti aldım, şoförün önündeki kutuya atarken “Şimdi bu garibanın parasıyla belediyeni zengin etmiş oldun, arkadaşım seni kutlarım” dedim.

Otobüsün şoförü saygısızın önde gideniymiş. Aramızda öyle bir tartışma başladı ki, düşman başına... Adamın bacağının yokluğunu göre göre özürlü olduğuna dair evrak istemenin ne demek olduğunu soruyorum. O bana görevi olduğundan söz ediyor.

Ve otobüsün içinde seksen kişi var. Bir Allahın kulu bana arka çıkmıyor.

9 Nisan 2013 Zeynel Kozanoğlu

“Basın hürdür, susturulamaz...”