Kore Dağlarında Çocuklarımız 2

Zeynel KOZANOĞLU

Kore’ye asker yolladık. Nato’ya da girdik. Peki kazancımız ne oldu? Birleşik Amerika’ya elimizi vermiştik, kolumuzu kaptırdık. Ve zaman içinde ne kolumuz kaldı, ne budumuz… Amerika’ya danışmadan adım atamaz duruma düştük.

Sözde bağımsız ülkeydik. Ve kendi yöneticilerimizi kendimiz seçiyorduk. Kendi trenlerimizi kendimiz işletiyorduk. Ama sıradan yurttaşlar olarak pek farkına varmıyorduk. Bizden yukarılarda akıl almaz gelişmeler yaşandığını göremiyorduk. Söz gelimi askeri jet uçaklarımız vardı. Bunları bize Amerika satmıştı. Bir uçağın ara sıra bakımdan geçirilmesi gerekiyorsa ne yapıyorduk? Uçağı Amerika’ya yolluyorduk.

Jetlerimiz benzin kullanırdı. Ama jetlerin benzini normal benzinden farklı olurmuş. O da Amerika’dan gelirmiş. Düşünün bir kere uçağımız var, benzini Birleşik Amerika’dan geliyor.  1964 yılında Kıbrıs’a çıkacak olduk. “Benzini nereden bulacaksın?” dediler.

Daha sonra ektiğimize biçtiğimize karışır oldular. Haşhaşı ekme, tütünü azalt. Okullar sanki bize Amerika’dan gelmiş gibi eğitim ve öğretim yöntemlerimize karıştılar. Cırt yöntem değiştir, fırt yön değiştir. Bugün eğitimde nereye geldik, herkes görüyor ve biliyor.

Kore’de yaşadığımız büyük yıkıma lafı yeniden getirmeye gerek var mı? Bize anlattıklarına göre, orada bizim asker Amerikalıları bile kurtardı. Gerçeklere baktığımızda çıplak gözle görülüyor ki, oncağızlar kendilerini bile kurtaramamışlar.

Sadece “Kunuri Zaferi” diye bize yıllarca kutlattıkları 27 Aralık gecesinde yitirdiğimiz can sayısı üç binin üzerinde. Ve yabancı ülkeler kütüphanelerinde bulunan Kore savaşını anlatan kitaplarda Mehmetçiğin ve Türkün adı bile geçmiyor. 

Ateş düştüğü yeri yaktı. Anadolu’da savaşın başladığı yıldan bittiği yıla kadar binlerce ana, yana kavrula yavrusundan haber bekledi. Hemen her köyümüzden bir Kore kurbanı verdik ve o yiğitleri kurban verdiğimizle kaldık…

Gözlerimizi Kore savaşı yıllarından otuz kırk yıl öncesine çevirelim. O yıllarda da  uzak uzak illerde Anadolu’nun yiğitleri Arap çöllerinde heder edilmişti. Kimisi niçin öldüğünü öğrenemeden ölmüş, binlercesi de İngiliz’e esir düşmüştü.  

Biliniyor ki, İngilizler bu esirleri Hindistan’a uzanan demir yolunun yapımında çalıştırmak üzere Uzak doğuya götürmüşlerdi. Yolun yapımı tamamlandıktan sonra da onları oralarda salıvermişti. Peki, o insancıklar başlarının çaresine nasıl bakabildiler?

Yıllar boyunca dünyanın öte başından Türkiye’ye dilenerek, dolanarak gelebilen pek çok insanımız köyünde neyle karşılaştı? Bir çok olayı ben birinci ağızlardan dinlemiş biriyim.

Kimileri eşlerinin başka kimselerle evlendirilmiş olduğunu görerek onların bari ağzının tadı bozulmasın diye köyden kaçar gibi uzaklaşmışlardı.

Kimileri de kardeşleri ve akrabası tarafından köyden sopa ile kovalanmışlardı.  Niçin kovalandığını işitmeye yüreğiniz dayanacak mı? Köyde tarlalara ortak çıkacaklarını düşündüler. “Bolivar İki Kişiyi Çekemez” başlıklı öyküyü biliyor musunuz?

Kore dağlarında ölemeyip de kalan yiğitlerimizden yol bulup ülkemize ulaşabilenler oldu mu, bilemiyoruz. Geldilerse evinde, köyünde kendilerini güler yüzle karşılayacak bir ortam buldular mı? Yoksa  geldiklerine pişman olup ortadan kayboldular mı? Artık orasını Allah biliyor… Peki, biz otuz bin yiğidimizi o savaşa sürdük. Elimize ne geçti? 

Bir avuç dolusu Korelilerin Türkiye sevgisi… Karnımızı doyurmuyor. Nato’ya girdik, yaramızı sarmıyor. Ne yitirdik Amerika’nın parasına bağlı kaldık, o istemedikçe eşlerimizin yanına yanaşamaz olduk. Hatırlayınız, bir zaman önce nüfus planlaması kıskacına alınmıştık.  

Günümüzde ise biz kör, sağır ve dilsiziz. Birleşik Amerika bizim gözümüz, kulağımız ve dilimiz. Dilimiz derken caddelere, çarşılara bakıverin… Türkçe dükkân adı kalmadı. Okullarımızın pek çoğunda eğitim dili Amerikanca oldu. Elli yüz yıl sonra çocuklarımız “Bir zamanlar Türkçe diye bir dil varmış” diye konuşacaklar.  

(Devam edecek)