Mehmet Yılmaz
Temmuz 2013
Önsöz: Uşak şöyle düşünür: “Efendim için iyi olan, benim için de iyidir.”
Vaka malum: Soytarı/lar, zadegân çevresinin doğal aksesuarlarındandır…
Hikâye de malum: Soytarının biri, efendisinin konuklarına verdiği bir ziyafet sırasında, efendisi imambayıldıya iştahla saldırmaya başlayınca, soytarı da patlıcanın nimetlerini sıralamaya, övmeye başlar. Başka bir ziyafette ise, efendisi ahvalde laf olsun diye patlıcan hakkında olumsuz laflar etmeye başlayınca, soytarı da hemen patlıcana hücum çekmeye başlar ve patlıcan hakkında verir veriştirir… Daha önce soytarının patlıcana övgülerini duyan bir kişi bu durum karşısında şaşırır ve : “Daha bir ki gün önce patlıcana övgüler düzüyordun, n’ooldu da şimdi patlıcana küfrediyorsun?” diye sorunca, soytarı cevap verir: “Ben efendimin dalkavuğuyum, patlıcanın değil…”
Soytarını penceresinden bakınca ve mantığından ölçünce, haksız da sayılmaz…
Soytarılık sokak şoparlığı mevkiinde kalsa, zararı yok; ancak durum öyle değil…
Aslında soytarılık sanıldığı kadar kolay bir iş de değildir… İran’da Tirmiz Şahı ile soytarısı satranç oynarlar. Yenilen Şah, kızarak satranç taşlarını soytarısının yüzüne fırlatır. Tekrar oynarlar, şah yine yenilince, soytarı şahın korkusundan titremeye başlar. Bir kez daha şahı yenince, “Şah mat” diyeceğine kaçarak yatağın altına saklanır. Şah, “Bu ne haldir?” diye sorunca, saklandığı yerden korku dolu titrek sesiyle şöyle der: “Şah şah şah ey seçkin şah! Yatak altına saklanılmadan doğru söylenir mi? Hele senin gibi öfkeli ve ateş saçan biri karşısında hiç doğru söylenir mi?... Ey şah! Sen satrançta “mat”, ben ise korkudan “mat” olmuşum, ancak yatak altında “şah mat” diyebilirim.”
Halkın gözünde çoğu zaman “yüce kat” olarak görülen, ehlince “işgal” edildiği zaman geçekten de öyle olan bazı makam ve toplumsal mevkiiler, “doğan görünümlü şahinler” tarafından işgal edilince durum değişiyor. Taç sahiplerine yalakalıkta işin en “ilginç” yanı ise bu tayfanın ortak özelliği “Türk sevmezliği”… Örnekten yana ise gani. Eh, biz de örnek yağmuru yağdıracak değiliz ama arif olan anlar, ya da anlayana sivrisinek saz babından birkaç “vakaya” değinelim yine de…
Şeyhülislam mevkiine gelmiş, İran’lı bir devşirme olan Hoca Sadeddin Efendi, Türklere kinini şöyle kusar: “…Bu yüzden de bir nice değersiz Türk yazar, duyduklarını yazmakla boş yere kâğıtla mürekkep harcamışlardır. Onların ipsiz sapsız sözlerini okuyan arifler, bu aşağılığın yazılarında fazla bir şişirme olmadığına kesinlikle inanırlar.”
Hoca Sadeddin Efendi, aşağılık görmek istiyorsa, kendisine aynaya bakmayı tavsiye deriz.
Şeyhülislamlık mevki kendisini aklamaz…
Dili kılıçtan keskin Nefi bile böyle bir durumdan kendini kurtaramamıştır. 4. Murat’a yazdığı bir kasidede (hadi yağ demeyelim…), 4. Murat’ın “makam aracı” olan atlarını överken, atları vitesten çıkarmış, atlar öyle bir hızla gider olmuştur ki, artık onlara “gölgesi bile yetişemez” haldedir…
Ancak böyle bir “yandaş kelam” dahi Nefi’nin kellesini kurtarmaya yetmemiş, yolculuğa Marmara’nın serin sularında devam etmiştir…
Bir başka sahibinin sesi soytarı ise, bir seçim dolayısıyla o şehir senin, bu kasaba benim diyerek yollara düşüp propaganda yapan, “baba” lakaplı bir politikacıyı halka telkin gayretindeyken, saçlarının rüzgârda savruluşunu aslan yelesine benzetmişti, netekim… Belâgatı her ne kadar Nefi kadar olmasa da, yağ yoğunluğu Nefi’yi aratmıyor…
Soytarılığın da dereceleri vardır. Derler ki, cüceyi Ağrı Dağı’nın tepesine de oturtsanız boyu uzamaz. Yedi köyün cücesi, kazara Ağrı Dağı’nın tepesine çıksa, bu havai laf hokkabazları, faydasız davul çalıcıları, “evet efendim, sepet efendim” tegannileri için oraya da çıkmakta gecikmezler; işin daha da kötüsü, “mevkiinin yüksekliğini” kendi yüksekliği sanırlar. Cüce soytarısından garip, soytarı cüceden…
Son söz: Efendisiz insanlara selam olsun…