1980 ortalarında Ermeni terör örgütü Asala’nın ortadan kaldırılmasıyla eş zamanlı olarak ortaya çıkan “murdar bela” bir türlü bertaraf edilemedi. Aslında belanın adını da doğru koymak gerekir. Belânın asıl adı “PKK belası” değil “Kürtçülük ve bölücülük belâsı”dır. Yaklaşık 30 yıldır binlerce asker ve polisimizin şehit olmasına, maddî olarak da hesapsız zararlara yol açan bu bela uzun yıllardır milletimizi üzmektedir. Öyle ki artık iller şehit sayısını unutmuş, neredeyse ateş düşmeyen bir ocak kalmayacak hâle gelmiştir. Özellikle AKP iktidarının 10 yılında, çıkarılan türlü yasalarla şımartılan bölücü eşkıya büsbütün azmış, işi son günlerde de muhtelif ilçe merkezlerinde egemenlik iddiasına kalkışmaya kadar vardırmıştır.
Bize bu satırları kaleme aldıran son saik ise Beytüşşebap ilçe merkezine saldıran hainlerin 10 güvenlik görevlimizi şehit ettikleri haberi olmuştur.
2000’li yılların başlarında yılda verdiğimiz şehidi bugün bir günde veriyoruz. Peki, ne oldu da böyle oldu? Aslında hepimizin bildiği panoramayı şöyle bir gözler önüne serelim…
2002 yılında AKP hükümeti iktidara geldi. Hükümetin ilk İşçileri Bakanı olarak tam beş yıl polis teşkilâtımızın başında kalan Abdülkadir Aksu ile aynı dönemde Milli Eğitim Bakanlığı kendisine teslim edilen Hüseyin Çelik’in başını çektiği bir güruh tarafından Özel Harekât’taki polislerin sarkık bıyıklarıyla belli bir partinin elemanı görüntüsünü verdikleri iddiasıyla bu seçkin polislere yönelik bir temizlik harekâtı başlatıldı. Tek suçları (!) aslında hiçbir siyasi partiyle organik bağı olmadığı hâlde vatan, millet ve bayrak aşkıyla “bozkurt” ve “üç hilâl” sembollerini tabanca kabzalarına işlemek ve bıyıklarını sarkıtmak olan bu tecrübeli, cesur, gözüpek ve savaşkan insanlar cephe gerisine gönderildiler. Bu bizim için büyük bir kayıp, PKK için ise kendiliğinden gelen bir zafer oldu. Bu daha başlangıç aşamasıydı.
Özellikle 2006’dan itibaren medyanın büyük kesimine egemen olan zihniyet, bu sınırsız gücü arkasına alarak Türk ordusuna karşı tam manasıyla bir “kuşatma ve yıldırma operasyonu” başlattı. Sonradan Ergenekon, Balyoz, Sarıkız, Karaoğlan vb. adlarla bir yandan TSK’nın neredeyse bütün komuta kademesi içeri atılıyor bir yandan da bu sonu gelmez dalgalarla Türk ordusu halk nezdinde itibarsızlaştırılmaya çalışılıyordu. Bütün bunlar PKK için altın tepside sunulan muhteşem bir ziyafetten başka bir şey değildi.
Güneydoğu Anadolu’da bölgeyi tanımaları imkânlarından yararlanmak üzere, devlet adına çalışan bir muharip güç olmak üzere ihdas edilen “korucu”ların ne menem şey oldukları ise bütünüyle muammadır… Osmanlı’nın âyanlarını veya derebeylerini hatırlatan korucular hakkındaki şüpheleri Uludere’de yaşananlar ayyuka çıkardı. Bombalamada ölen kaçakçıların hemen hepsinin, bölgenin önde gelen korucu ailelerine mensup oldukları kayıtlara geçti. İyi de bunların cenazesi nasıl oluyordu da PKK paçavralarına sarılarak gömülüyordu? Koskoca devletin koskoca bakanı cenazeye katılmak istiyor ama şarampolden aşağı yuvarlana yuvarlana kendi canını zor kurtarıyordu. Peki, bütün sülalesini beslediğimiz bu korucular kimi kimden korumak için maaş alıyorlardı?
PKK karşısındaki güvenlik güçlerimiz artık asker cihetinden “beyin”, özel harekat cihetinden de “pazu” gücünden mahrum bir vaziyete düşmüştü. Korucular cihetinden ise durum hepten vahimdi…
Cumhurbaşkanı Gül’ün “Güzel şeyler olacak…” diyerek ilk işaretlerini verdiği “Kürt Açılımı” bütün bunların üstüne tuz biber ekti. Vatan hainleri Habur sınır kapısında krallar gibi karşılandılar… “Önderimin emriyle geldim, pişman da değilim” diyen şerefsizlere neredeyse “devlet özel misafiri” muamelesi yapıldı. Mahkemeler ayaklarına kadar getirildi ve hangi
yasaya uydurularak kurulduğunu kimsenin anlayamadığı seyyar mahkemelerde, gezici yasaların geçici maddeleriyle salıverildiler. Milletin sert tepkisi üzerine (Hayret! Demek ki iki yıl önce hâlâ bazı şeylere tepki gösterebilen bir milletimiz varmış.) iki ileri, bir geri açılımı bugün kadar getirdiler…
Artık PKK’lı olsun olmasın, PKK’yı onaylasın onaylamasın bütün Kürtçüler -Kürtler demiyorum- bayram ediyordu. Devlet eliyle Kürtçe yayın yapan “resmî” televizyon kanalı kuruldu. Güya bu kanalda devletin resmî görüşü propaganda edilecekti. Bunun bütün Ortadoğu coğrafyasında yaşayan ve neredeyse iki komşu köyün doğru dürüst anlaşamadığı Kürtler için bir “ortak ve tek Kürtçe” kapısını sonuna kadar açtığı hesaba katılmamıştı (Kim bilir, belki de hesaba katılmış ve zaten sadece o amaca hizmet için açılmıştı.)
Yalnız, “açılım” ve sözde “demokratikleşme” adına verilen her taviz, yeni bir tavizi getiriyor; giden de bir daha gelmiyordu. Yer adlarının Kürtçeleştirilmesinden seçmeli Kürtçe dersine, Kürtçe hutbe ve vaazlardan siyasî propaganda serbestîsine, üniversitelerde Kürdoloji kürsülerinin kurulmasından üç ayda ne idüğü belirsiz kişilerin sözde “Kürtçe öğretmeni” yetiştirilmesine kadar bir sürü kepazelik önce “Kürt Açılımı”, ardından “Demokratik Açılım”, daha da olmadı “Milli Birlik ve Kardeşlik Projesi” kisveleriyle bu millete bir bir yutturuldu. Şu var ki giren her bir zoka, bir daha çıkmamacasına giriyordu.
“Güzel şeyler olacak…” dendiği günden beri verdiğimiz şehit sayısı, devletimizin bütün bir PKK mücadelesinde verdiği şehitleri geçti. Evet, güzel şeyler olmuştu ama kimin için? PKK verilen bütün tavizlere rağmen susmuyordu. Ama hakkını teslim etmek lâzım. 12 Haziran 2010 seçimleri yaklaşınca bütün silâhları susturdular ve köşelerine çekildiler. Ta ki seçimi AKP yine kazanıp iktidarı yeniden perçinleyene kadar… Belki de Oslo sürecinin ön şartıydı bu… Hatırlayalım; seçim meydanlarında terörü de sıfırladık diye tafra satmıyorlar mıydı?
Günde 3-4 şehidin vak’a-i âdiyeden sayıldığı günlerde 8-10 şehit birden verdiğimiz her günün akşamında tv kanallarında sayın cumhurbaşkanımızın “Terörle bir şey elde edeceklerini sanıyorlarsa aldanıyorlar.” sözünü duymaya alışmışsak da vurdukça yeni tavizler koparıyor, taviz kopardıkça yeniden vuruyorlardı… El’ân da öyledir… Vuruyorlar ve vurdukça kazanıyorlar… “Silâh Kürtlerin garantisidir, Kürtler silâh bırakamaz.” diyen hainbaşılardan biri şüphesiz ki aldığı talimatlar çerçevesinde “Kürt sorununu Tayip Bey çözebilir.” deyince “Leyla Zana Hanımefendi” olup ve baş tacı ediliveriyordu. Hiçbir resmî konumu olmadığı hâlde başbakanla muhtevasını bilemediğimiz saatlerce süren bir sohbete katılıyordu. Bu Leylâ Hanım, bizim bildiğimiz şu eski Leylâ Zana’dan başkası mıydı yoksa?
Açılımcı zihniyet, kullanmakta pek mahir oldukları yazılı ve özellikle de görsel medyadaki sayısı hesaba sığmaz kalemşörleriyle vatandaşın beynini yıkamayı da ihmal etmiyordu. PKK ile siyasi zeminde anlaşmak ümit ve beklentisiyle “iyi PKK-kötü PKK” masalı uydurmuşlar, pravdaları ve yağdanlıkları sayesinde bu masala geniş kitleleri de inandırmışlardı. Aslında İmralı ve Kandil artık bu olayları istemiyormuş da hep “kartallar” askere pusu kuruyormuş, mayın döşüyormuş… Hatta pek çok eylem için hâlâ “Ergenekoncuların işi” demeye getiren haysiyet yoksunu sözde aydınlar bile türedi… Hani neredeyse Apo itine Nobel Barış Ödülü’nü verecekler…
Bu da yeterince tutmayınca “iyi Kürtçü”ler devreye sürüldü. Tescilli bölücüler yurt dışından âlâ vâlâ ile getirildiler. Marksist-ateist eskilerini kırpıp kırpıp “sadık Kürtçü” yaptılar, özellikle referandum sürecinde tv tv gezdirdiler… Açılımcı güruhunun kanaatine göre teröre bulaşmadıktan sonra ülkenin bölünmesini savunmak da dâhil her fikir ifade edilebilirdi. Yani mesele salt bombaların, mayınların patlaması, insanların ölmesi meselesiydi onlara göre… İşte meşhur “analar ağlamasın” lafının gerisinde yatan da budur. Yani bu “iyi Kürtçüler”i PKK’dan ayıran tek şey terör ve tedhişe karşı görünmeleridir. Kimisi “özerklik”, kimisi “federasyon”, kimisi de “devlet” olarak Türkiye’den ayrılmayı savunmakta, Kürt de Kürtçü de olmayan birçok bilim adamı ve gazeteciden de –bu barışçı (!) fikirleri dolayısıyla
tasvip ve takdir görmekteydiler… Meselâ sahaya sürdükleri tescilli Kürtçülerden en çok sevdikleri –ki kendisi de onları çok sever- Kemal Burkay denen adam PKK’nın isteklerini bile “asgariye çekilmiş talepler” olarak görmektedir. Bu “iyi Kürtçüler”in hemen hepsi siyaseten hükümeti desteklemekte, bir kısmı da fiilen AKP saflarında siyaset yapmaktadır. Tabii bu manzarada “Yeni CHP”deki Kürtçüleri de ayrı tutmamak icap eder…
Bütün bu olup bitenlerin sokak diliyle ifadesi şudur. Sizin dedenizden kalma, dedenizin tertemiz alın teri ve bin bir zorlukla yaptığı evinizin üzerinde hak iddia eden, argo tabirle evinize çökmek isteyen bir serseri güruhu var. Onlara diyorsunuz ki: “Yeter ki beni öldürmeyin, dövmeyin, aileme, çocuklarıma da zarar vermeyin. Gelin şu işi suhuletle halledelim, biraz görüşelim, konuşalım. Dedem de gerçekten zalim adammış, dedenize az çektirmemiş. Bak dedemi de, babamı da reddediyorum. Tek bize zarar vermeyin de bizim ev geniştir, bir iki odasını da size bırakayım.” Evet, bu olup bitenlerin en sade, en açık ifadesi budur. Bir farkla ki, Türkiye Cumhuriyeti toprakları kimsenin babasının çiftliği değildir. Ancak ve ancak alındığı fiyata verilir ve bunun pahası da hesap ve hafsalalara sığmayacak kadar yüksektir.
Bunun böyle olduğunu herkes bir gün anlayacaktır. Herkes aklını başına devşirsin.
Yukarıdan beri anlatılanlar bir “muhtıra”dır sadece; hatırlatma yani… Aslında herkesin, hepimizin birlikte yaşadığımız kahredici gerçekler… Peki çözüm ne? Onu da önümüzdeki yazıda ifadeye çalışacağız.
M. Fatih KÖKSAL