Maşrapası kalaylı

Mehmet YILMAZ

Önsöz: Şarkı söylemek bizim işimiz…

"Bütün sanatlar müzikleşme ihtirası taşır", der Şopen hazretleri, doğru da söyler. Müzik, sanat tacının en değerli taşıdır. O yüzden de çakıl taşı gibi bol bulunmuyor, o yüzden de müzik yeteneği her kula nasip olmuyor, ister hanende olarak ister sazende olarak. Maalesef ben de bu konuda “nasipsiz” ahali sınıfına giriyorum. N’olurdu sanki şöyle Frank Sinatra makamından bir serenat yapmaktan vazgeçtim, Müslüm Baba havalarından acılı bi uzunhava çekebilseydim? Gerçi kendime fazla da haksızlık etmemem gerekir; iyi slogan atma becerilerim de yok değildi…

Zaman milattan önceki zamanlar… Yani kendimizi kurtarmadan memleket kurtardığımız zamanlar… O zamanki “memleket havalarını” acısıyla tatlısıyla hep birlikte yaşadık, bazen kırarak bazen kırılarak. Keşke kır pınarların kitabelerinde gördüğümüz:

Şu pınara bak, su içecek tası yok,
Kırma insan kalbini yapacak ustası yok.

Derinliğinin bilincine o zaman varabilseydik, keşke “Evimiz Hasanoğlan”daki “mürşidlerimiz” bize bu anlayışı, ahlakı gösterebilseydi.

Son sınıftayım. Hasanoğlan’ın bütün öğrencileri gibi “ekonomi-politik” alana giren her şeyin en doğrusunu “bilenlerdenim”… Doğal olarak da gerek arkadaşlarımız, gerek öğretmenlerimiz olsun, gerek başka şahıslara olsun bakış açımız, toplumsal ilişkimizin belirleyici formülü de bu bakış açısı oluyordu. Yani “Ortodoks” modellerdenim…

Hadi biz 17-18 yaşındaki, şimdi geriye dönüp baktığımda gençleriz diyemiyorum, çocuklarız. Dolayısıyla “çocukça” davranıyoruz.. Ama öğretmenlerimiz de bize karşı aynı formasyonla davranmak zorunda mıydı? Tabi ki hayır. Çünkü öğretmenlik sadece bilgi sahibi olmak değil, şüphesiz öğretmelerimiz gerekli bilgi ve yetenekle donatılmış insanlardı, ama aynı zamanda bilge olmayı da gerektirir. Bu anlamda bu kategoriye koyabileceğim bir öğretmenim olduğunu gördüm, geriye dönüp baktığımda: Hurşit Işık *.

Gelelim saadete… Son sınıftayım, ülkemizin bir türlü aşılamayan ekonomi-politik sorunu gibi benim de başım müzik dersiyle dertte. Hem de iki tarafı da keskin bıçak gibi hem müziği icra yönüyle, hem de “müzik mürşidimiz”, müzik öğretmenimiz Ali Akteke ile. Ali Akteke öğretmenimiz, zamanın hükümetlerinin işleri sonucu Hasanoğlan’da görevli iken, başka okula gönderilmiş, “mevsim değişince” de tekrar geri gelmişti. Önceki zamanında da bizim sınıfın dersine giriyordu, dönüşünde de bizim sınıfı Ali Akteke öğretmenimize vermişlerdi. Ama bu seferki görevlendirme gayet “bilinçli” bir seçimdi. Çünkü zaman artık “intikam” zamanıydı… Çünkü dersimize girdiği önceki zamanlarda, gerek öğrenci davranışı olarak, gerek “ekonomi-politik” olarak “bazı” öğretmenlerimiz tarafından sevilen bir öğrenci değildim. Ali Akteke öğretmenimizle de hukukumuz bu çerçevede idi, hem de koyu tarafından…

Üniversiteye girişten önceki son çıkıştayız. Yani Haziran’dan önce mezun olmamız gerekiyor. Yoksa diplomayı almadan değil Ankara Üniversitesi’ne, (o zaman Ankara Üniversitesi’ne girmek nasip olmuştu) dünyanın en iyi üniversitesine girecek puanı alsan da kapıda kalıyordun. Normal olarak da derslerim yönüyle mezun olmama engel bir durum yok, yalnız müzik dersine bir şerh koymak gerekiyor. Müzik dersinden, ders mantığı açısından ikmale kalmak gerekiyorsa, ben dahil en az beş altı arkadaşın kalması gerekir. Sonuç: Bingo!.. Bütünlemeye gelme “şerefi” bir tek bana nasip oldu… Benim için sürpriz oldu mu? Hayır. Dedim ya, devir “intikam zamanı…

Geldik Araf köprüsüne… Sınav günü öğretmenler odasına gidip, Ali Akteke öğretmenime geldiğimi söyledim. Şöyle bir tepeden tırnağa süzdükten sonra, ki hayra alamet bir bakış değildi, alt kattaki bastağın (merdiven) yanındaki, şimdi hangisi olduğunu unuttuğum sınıfa gitmemi ve beklememi söyledi. Kurbanlık koyun gibi sınıfı boyladım ve beklemeye başladım. Biraz bekledikten sonra sınıfa geldi ve sınıfta benim var mıymışım yok muymuşum tavrıyla öğretmen masasına oturdu. Ben karşısında biraz sonra infazı yapılacak idam mahkûmu gibi bekliyorum. Ama başıma gelecekleri kestirebildiğim için, “çalışmadığım yerlerden” sınav yapacağını bildiğimden, sınava, yıl içinde her ne öğrettiyse, gerek şarkı gerek teknik bilgi olarak hepsini ezberleyerek gelmiştim. Üstelik sınav uygulamalı olduğu için “temyiz yolu kapalı” bir sınavdı.

Sonunda infaz başladı, yüzüme bile bakmadan, “halaylı yar halaylı, maşrapası kalaylı” adlı türküyü söylememi istedi. Eh, n’apalım, “emir büyük yerden”… Ben de, mazoşistleri bile isyan ettirecek havada ve yüksek sesle söylemeye başladım. Bekliyordum ki ilk kıtayı tamamlamadan, “kees” diye bağırsın. Ne gezer! Sonuna kadar dinledi! Aynı monoton tavırla ve Eyüp sabrıyla yıl içerisinde öğrettiği ne kadar şarkı varsa söyletti ve teknik bilgileri sordu. Ben de “aynı azimle” söyledim ve cevapladım. Sonunda sınav bitti. Doğal olarak, ümitsiz bir beklenti içinde, geçip geçmediğimi sordum. Sonuçların okul idaresinde ve topluca açıklanacağını söyledi ve sınıftan çıktı.

Sınavlar bitip de sonuçlar açıklandığında geçtiğimi öğrendim.

Ancak film burada bitmiyor…

Sınavla sonuçların açıklandığı “zaman tünelindeki” alaca karanlık kuşağının öyküsünü daha sonra başka bir öğretmenimden öğrendim. Formaliteden yapılan sınav sonucu, Ali Akteke öğretmenimiz, benim ayağımın altındaki sandalyeyi tekmeleyerek ipimi çekmiş. Ancak, son sınıf öğrencisi olup, tek dersten kaldığım için olay sınıf şube öğretmenlerinin kararına kalmış. “Yargıtay”da da trafik karışık. Kalsın diyenlerle geçsin diyen oylar eşit çıkmış. Bu durumda sonucu “büyük hakem”in oyu belirleyecek, yani okul müdürümüz Fikret Öztürk. Istırap şu ki, ne müdürümüz beni sever, ne de ben müdürü…

Müdürümüz, seçimini hangi saikle yaptığını bugün dahi bilmiyorum; yaşının, tecrübelerinin, makamının bakışıyla mı lehime oy verdi, yoksa amiyane tabirle “ nalet olsun, defolsun gitsin” diye mi düşündü, sonuçta müdürümüzün oyu ile geçmişim. Üniversiteye kaydolmaktaki en büyük engeli de aşmış oldum.

Sonsöz: Şimdi de sık sık olmasa da zaman zaman müzik icra ederim: Birisini ya da birilerini cezalandıracağım zaman… J