Mektup, teknoloji ve çocuklar

Halil ÖZAYDIN

Gençlik/öğrencilik yılları, postaneler uğrak yerlerimizdi. Belleklerimizdeki yeri, atmosferi, anıları hala sıcaktır. 

Türkülere, şiirlere, romanlara, filmlere konu olmuş postacı ve mektup ritüelleri, geleneksel kültürümüzde yerini almış, ne var ki şimdiler de unutulmaya başlamıştır. 

Mektuplarımız “Nasılsınız”la başlar, “benden soracak olursanız” diye devam eder, "ellerinizden öperim”le biterdi. Her defasında aynı cümleleri kullansak da o mektuplar yazılır ve postaya verilirdi. Mektup için postacı günü/saati beklenir, heyecanlanırdık. İyi ve güzel haberler almaktı maksat, yaşadığımızı ve yaşadıklarını bilmekti, bildirmekti sevdiklerimize. Kokulu mendiller, kurumuş güller, fotoğraflar, boyalı resimler ve çizimler taşırdı o zamanın mektupları. Kıymetliydi, yıllarca saklanırdı. 

Beklemenin ve bekletilmenin ne olduğunu öğreten, heyecanı ve sabrımızı sınayan o mektuplardı. "Kapımızı kimse çalmasa bile postacı çalar" bağıntılı hikayelerimiz vardı. "Yılın postacısı" yarışmaları olurdu. Hatta yıllar sonra kendisine veya başkalarına teslim edilmek üzere mektuplar yazılırdı. Ve şimdi nostaljik esintisinden gayri hepsi geçmişte kaldı. 

Maliye Okulu denince, içimde sessizce yol alan duygularım, düşüncelerim olur. Hislerimi ifade edecek sözcükler kaybolur, kendini göstermeyen, aklıma gelmeyen, ismini söylemeyen kayıp sözcükler yükü olurum. Aradığım sözcükler, bir şeylerin üstünde, sülietlerde, birilerinin yüzünde ve ellerinde görüyorum ama onlar ismini söylemiyor; ve ben, hisler dünyamın sonsuz raksına başlarım.

Birbirimizi benzemediğimizi bize en güzelinden Maliye Okulu öğretti. Öğretmenlerimiz, abla ve abilerimiz ve arkadaşlarımız farklı oyunları, lehçeleri, yansıttıkları gelenekleri vardı. Alışılmış deyimle tam Türkiye mozaiğiydi. Farklılıklarımız birbirimizi etkiledi, etkilendik. Birlikte geçen o üç yılın hatıraları içime sinmiş daha dün gibi aklımdadır. Kısa yoldan hayata atılma sevincimiz, heyecanımız vardı. "Karamsarlık nedir"in uzağındaydık. Gelecek kaygımız yoktu. O günlerin koşullarında bizler için iyi başlangıçtı Maliye Okullu olmak. 

Ankara Maliye Okulu yıllarımız çocukluktan kurtulma, olgunlaşma dönemlerimizin başlangıcıydı. Ulus Büyük Postane yolunu ayaklarımız ezbere gider gelirdi. Gidip gelemediğimizde küçük bir tur atma isteğinde bulunurdu uzun paçalı, savruk pantolonlu adımlarımız. Her adımda Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihini, siluetini görürdü gözlerimiz. Hatırlarsınız elbet ne mümkün hatırlamamak. Ulus Meydanı denince Atatürk Heykeli ihtişamıyla karşılardı. Bahçesinde ders çalıştığımız Kurucu Meclis, Ankara Palas, Merkez Bankası, Ziraat Bankası, Sümerbank, Ankara Garı, Opera Binası ve dahası... Cumhuriyetin ilkleri ve simgeleri. Ve şimdi anlıyorum ki Cumhuriyet bizleri açık hava müzesinin tam ortasında olgunlaştırmış. Şu an ben, içinizden "iyi ki cumhuriyet var" dediğinizi hissediyorum, biliyorum. O iç sesinizi, kalp atışlarınızı sonsuza dek dillendirme, Cumhuriyetimizi kıymetlendirme, kadrini bilme, armağan edenlere borcumuzu ödeme zamanı olduğunu da. 

Bizim kuşak, teknolojinin analog sistemden dijital sisteme geçiş sürecinin deyim yerindeyse tam ortasında yer aldı. İkircikli, biraz da çekinceli, tedirgin ama benimser hallerimizle süreci atlattık ve kabullendik.  Gelinen noktada dünya avuç içine sığdı, istekler ve erişimler ışık hızıyla karşılanmaya başladı. İnsanlar olayları olup bittikten sonra değil gelişim aşamalarını müdahil olabiliyor, istekleri doğrultusunda etkide bulunup sonuç elde edebilme şanslarını arttırıyor. 

Teknoloji, toplumların ritimlerini değiştirdi, hızlandırdı. Yeni hikayelerin alt yapıları oluştu, yazıldı ve uygulanmaya konuldu. Her şey kolay ve basit görünse de aslında maliyetli ve zor süreçlerden geçti, geçiyor. Teknoloji sayesinde erişimlere ve sonuçlara ulaşma kolaylaştı ama sıkışmış hallerimiz bile zamana sığmaz oldu. Beklemeyi, tahammül sınırlarımız içinde tutmakta zorlanıyoruz. Hızlı ve yer çekimsiz bir hayatın içinde yüzer gibiyiz ama boğulmak gibi çekincelerimiz de var. Anında mesajlar, e-postalar, görüntülü ve sesli aramalar, sms’ler, slaytlar ve yetmezmiş gibi emojiler, sabırsızlık hali kısalan cümleler, yutulan kelimeler. Özetle, güncel ve hızlı haberleşmenin ve geri bildirim temelli iletişim çağının nefes nefese peşindeyiz. 

Bizim kuşağın gençlik dönemlerinde İnternet, Youtube, Twitter, Facebook, Instagram gibi kendinizi ifade edecek araçlar yoktu. Yazmak için daktilo bulmak bile marifetti. Ama şimdiki çocuklar dokunmatik ekranların içine doğuyor. Bu çocukları, leylek hikayeleri, gökten zembille inen varlıkların masalları ile avutamıyorsunuz. Anne ve babaların ideal ve istekleri onların hayali, isteği olmuyor, olamıyor, olduramıyoruz. Bu çocuklar sürprizlerle dolu. Ayrıca, evvel zaman içinde dilek dilemek bir işe yarıyor iken ya da biz öyle sanırken şimdiki çocuklar dileklerle de ilgilenmiyor. Dilemenin, ummanın, beklentinin hayal kırıklığı ve küsmek olduğunun farkındalar.  Ama bizler, "arkası yarın" kuşak programlarının çocukları olarak eski alışkanlıklarımızı sürdürmeyi devam ediyoruz.

Çocuklarımız ve torunlarımız artık postane, postacı ve mektup nedir'in pek farkında değiller. Mahallesindeki postanenin yerini, telgrafın anlamını bilmiyorlar. Elbet bu durumu yadırgamıyorum. "Olması beklenen de buydu" diye düşünüyorum. Çünkü, bizden önceki dönemlerde var olup bizlerin tanıma şansı olmadığı vazgeçilmezler mutlaka vardır. Ama şimdi olan başka şeyler de var. Sadece kendi ülkemiz içinde değil bütün dünyada var olan kültürlerin birbirlerini tanıması ve etkileşimi eski kuşakları ve öğütçüleri tedirgin etmeye başladı. Teknoloji başka kültürleri görmeyi, öğrenmeyi, özenmeyi ve yermeyi de beraberinde getiren seçenekler sundu. Kendi kültürünü yok sayıp başka kültürleri paket halinde kabul etmeyi ya da kendi kültürünü sorgulamadan diğerlerini kestirmeden yok sayma halleri de ihmal edilmedi. Bilgiçlik kompleksi, her telden çalma haylazlığı ve şımarıklığı ile gölgelerden, kuytulardan fikirler üfleme hafifliği klavyenin kahramanlığı sayesinde öğrenildi, sergilendi ve devam ediyor. Her aşın kaşığı olmak isteği de kültür erozyonu ivmesini arttırıyor. Bazen görünen bardağın yarısının boş mu, dolu mu olduğu tartışmasının kısa devre yaptığı, tarihsel çıkmazı bol polemiklerin bitmek bilmeyen gürültülerin de kaybolduk. Diğer yandan, ikilemli ve ikircikli hallerimizle eski değerleri kalburdan geçirerek kalanları yenileriyle barıştırma çalışmalarımız da hızla devam ediyor.

Kader var mı bilmiyorum. Varsa bile herhalde sahip olamadığımız, inisiyatifimiz dışında, güçsüzlüğümüze bağımlı gelişen olaylardır diye düşünüyorum. Ama bize kaderin, baştan yazıldığını, gerisi nafiledir dediler ve öylece inanmamızı istediler. Yeni kuşak ise, mevcut dünya düzenine itirazla büyüyor. Orta çağ ezberlerine karşı çağımızın özgür ve hayata dokunan gerçeğinde yaşamak istiyor. O öyleyse bu böyledir benzetmeleriyle, o değil, bu değil, gerçek değil hamasetlerinin tavan yaptığı hayali erdem ve günahların gölgesinde ezbere yaşamak istemiyor. Rastgele ve hasbelkader sonuçlar doğuran eylemlerin çok uzağındalar. Dokunabildikleri, değiştirebildikleri, gözlemlenebilir ve tarif edilebilir olgulara ihtiyaç duyuyorlar. Bazen dank ettiren laflar eder ya çocuklarımız. Hemen, “bak şu söyleyene, büyümüş de küçülmüş” der mutlu oluruz. İşte teknoloji çağının bu çocukları, tek kulvara kilitlenmiş hafızaları ve düşünceleri patır kütür kırmaya başladılar. Durdukları noktadan 360 derece ufuk tarama, ufkun arka tarafını bakma, görme, sorgulama istekleri ve kabiliyetleri var. Emsal ve kıyaslama alanlarının genişliği, ilgi alanlarının çeşitliliği ile yeni kuşak genç ve çocukların insani değerler yaratacağını, güzel günlerin, keyifli yarınların onlarla olacağına emin olun. Diyeceğim umutlu olmak için çok büyük nedenlerimiz var. 

Sevgilerimle...