Geçtiğimiz günlerde postaneye gitmem gerekiyordu. Yurt dışına bir kargo gönderecektim. Bizim Güzelbahçe postanemiz evimizin biraz yukarısında. Hava ne sıcak, ne soğuk. Fakat ona göre giysim kalın, yokuş yukarı gidene kadar terledim. İşim de biraz uzun sürünce terim sırtımda soğudu mu? Al sana işte bir hastalık sebebi. Eve gelinceye kadar da hafiften üşüdüm...
Ertesi gün kesik kesik, kuru kuru bir öksürük, hafif baş ağrısı ile uyandım. Burnum da şırıl şırıl akıyor. Ben hemen ilaca sarılanlardan değilim. Önce bedenim bir savaşsın bakalım... Yenemezse o zaman doktora giderim. Üç gün geçti... Yok... düzelmiyor, aksine daha kötülüyorum. “Eyvah!” dedim, yoksa Corona mı oldum?... Hemen sağlık ocağına biricik doktorum, can dostumuz Dr.Levent Korkmaz’a gittim. Ağzında maskesi önce elindeki dereceyi tabanca gibi alnıma dayadı. Sonra sırtımı dinledi. “Yok”dedi, ateşin yok, ciğerlere inmemiş, üşütmüşsün. İlaçlar verdi. Eve geldim, içiyorum ilaçları, ama hastalık inatcı, geçmiyor. Bu arada corona olayları da memlekette artıyor...
İçime düştü bir kuşku... Ya ben de corona isem...
Halsizim... Keyifsizim... Moralim bozuk... Düşünmeye başladım...
Dedim ki “Ya ölürsem!.. Dünya boş!.. Bilmem cennete mi giderim, yoksa cehenneme mi? En büyük günah kul hakkı değil miydi?” Düşündüm, taşındım bilerek isteyerek kötülük ettiğim kimseyi bulamadım.
Peki ya dedim... Helalleşmem gerekirse, kimlerle helalleşirim?
Bana kimler emek verdi, ben onun karşılığında ne yaptım? Haksızlık ettim mi, ya nankörlük? Düşündüm onu da bulamadım... Pekiii dedim sonra, benim kimlere hakkım geçti, ben kimlere emek verdim? Karşılığında ne gördüm? Vefa mı, sevgi mi, saygı mı, nankörlük mü, kıskançlık mı? Bir bir geçti gözümün önünden kimileri... Bir bir hesaplaştım içimden. Ağzım dolu dolu içimden gelerek
“Hakkım helal olsun” dediklerim de oldu, diyemediklerim de!...
Sonra başka bir konuya atladım ve yine düşündüm. Burnum hor hor çeşmesi gibi akıyor, elim burnumdan gitmiyor... Kara çarşaflı, peçeli giysili kadınları düşündüm. Benim elim yüzüm açık olduğu halde zor yetişiyorum. Onlar nasıl başa çıkarlar ki!.. Bir videoda görmüştüm de bir restoranda makarna yiyordu böyle biri. Kara çarşafının peçesini bir eliyle kaldırırken diğer eliyle makarnaları ağzına götürüyor, upuzun salçalı makarna peçesine eldivenine bulaşırken o uzun uzun çekiyordu makarnaları hüüüp diyerek. Aman tanrım ne korkunç bir şeydi o. Hadi yemekten vazgeçtik, ya grip olsa, burnu aksa, peçe altından onu nasıl silecek, nasıl yetişecek? Hapşırınca tamam, peçe doğal olarak koruyor. Ancak kendini değil elbet, çevresindekileri. Çünkü o hapşırdığı peçedeki mikropları sürekli soluduğu için hastalığı da kolay kolay atlatamıyor. Ama burnunu nasıl siliyor düşündüm... Düşündüm çözüm bulamadım ve peçeli bacılara çok acıdım...
Aradan geçti birkaç gün daha... Hâlâ düzelmedim. Kızım Senem “Çok sıkıldım, araba ile biraz turlayayım.” dedi. Boynumu büktüm, “Ben de sıkıldım, beni de al.” dedim. “Otur oturduğun yerde, İtalya'da senin yaşındakileri çöpe atıyorlar!” dedi en şakacı hali ile... Ama ben çaktırmadan alındım...
“Nasılsa ölcez!” dedim ve yiyor diye hep öfkelenip engellemeye çalıştığım Hiko’nun kaymaklı bisküvisinden atıverdim ağzıma bir tane... Yetmedi bir tane daha... Üstüne bir de çikolata... Kahvaltıda Hiko sıcak boyoz almış. Önceden ikincisini dayanamayıp yedim diye suçluluk duyarken, haşlanmış yumurta ile üçünü birden indiriverdim mideme...
Sabah tartılacağım diye tartının üstüne tünemedim, egzersiz yapmadım, hava serin diye yürümedim...
Kıskananları, ihanet edenleri, nankörleri, emeğimin üstüne çöreklenenleri... Düşündüm... Düşündüm... Ne gereksiz şeyler yapmışlar... “Nasılsa ölcez!” dedim... Affettim...
Sevmişler mi, sevmemişler mi beni... Yoksa çekememişler mi... Asılsız dedikodumu mu yapmışlar... “Nasılsa ölcez!” dedim... Unuttum...
Devlet corona virüs tedbirleri kapsamında çok önemli bir iş yapmış ve ev kredilerinin faizini düşürmüş... Ödemeleri kolay etmiş... Kızım Senem faydalansın... Bir ev sahibi olsun... Kendini sıksın kredi alsın dedim... Sonra vazgeçtim. “Nasılsa ölcez!... Ben ölünce bu ev onlara kalmayacak mı? Mezara götürecek değilim ya, otursun işte... Dedim, vazgeçtim...
Ertesi gün biraz daha iyileşmiş, ancak can sıkıntısından dibe vurmuş durumdayken sanatçı arkadaşlarımla
Whatsaap grubumuzdan sohbet etmeye, şakalaşmaya, birlikte olduğumuz çalışma günlerinden komik anılarımızı anıp gülmeye başladık... Mine Sarmış ile Zehra Sengir bir komik video paylaşırken Bakü’den Vadoud Moazzen muhteşem sesi ile Aşık Veysel’den “Uzun ince bir yoldayım” türküsünü okudu paylaştığı videosunda.
Moralim düzelmiş, içim enerji dolmuş, geçtim tuvalimin karşına. Açtım radyomda TRT Türkü'yü... Elimde fırçam, dilimde türkü... Renkleri sürdüm de sürdüm. Şuraya çiçek, buraya kelebek... Belki de bir böcek... Bulutlar öbek öbek...
“Pınar başından bulanır caanım oy... İner ovayı dolanır canım oy...” diyor radyomda türkü...
İçim coştu... Ruhum kanatlandı... Birdenbire sanki yaz geldi... Gönlüm huzura erdi... Demek ki gamlı baykuş gibi sümsüğünü eğip dertli dertli düşünürsen “Nasıl olsa ölcez!” diye içinin darlığı geçmezmiş. Sevdiğin birileri ile sohbet edip, sevdiğin bir iş yaparsan bir de türkü... Gönlüne bahar gelirmiş...
Nâzım Hikmet'in 73 yıl önce yazdığı "Yaşamaya Dair"indeki şu dizeler bu günlerde pek de horlanan 60 yaş ve üstünü ne güzel anlatıyor;
"Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,
yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,
hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,
ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için, yaşamak yanı ağır bastığından."
Ve Tarkovski'nin şu sözünü de ilke edinmek gerek:
"Kendinizi, kendinizle zaman geçirmeyi yalnızlık sanmayacağınız şekilde yetiştirin."
İşte ben resim yapıp, bol bol kitap okuyorum...
Derken radyomdan yükselen şu türkü ile keyfim daha bir yerine geldi.
Hem söyledim, hem de döne döne oynadım...
Ben bir yeşil fenerim, aman yeleyelelom,
Hem yanar hem sönerim, Haydi yeleyelelom...
Ben nişanlı değilim, Aman yeleyelelom..
Kime olsa dönerim... Haydi yeleyelelom...