Aslında üzerinden epey bir zaman geçti. Sıcağı sıcağına anlatamadım size. Ama öyle güzel, öyle çok gezdirdiler ki... öyle muhteşem lezzetler tattırdılar ki... Eksik kalsın istemedim...
Öyle kolay kolay konaklamalı ev gezmesine sıcak bakamıyorum. "Rahatsızlık vereceğim" diye çekinirim, öyle düşününce de rahat edemem diye korkuyorum...
Fakat öyle yürekten çağırdılar ki... Ve onları öyle çok seviyorum ki... Onlar benim çocuklarım sayılır. Henüz yeni evliler...
Şirin, sevimli, tatlı bir çift...
Tolga Akalın Giresun Üniversitesi'nde profesör. Tanınmış bir ressam... Türkiye'nin en genç profesörlerinden... Güzel eşi Rahime ise Ordu Üniversitesi'nde tarih öğretmeni...
Çekincelerimden ötürü "gideyim mi gitmeyim mi?" derken bir akşam öylesine uçak bileti fiyatlarına bakıyordum. Bir anda uygun bir bilet görmem mi? Hemen yazdım Tolga'ya "Şu tarihler uygun mu, biletimi alayım mı?" Anında yanıtladı "Al abla..."
Onbeş dakika sonra biletim hazırdı...
Böyle de ani kararlar verebilirim... Sağım solum hiç belli olmaz hani!...
Havaalanında beni bekleyen Tolga'nın aracına bindik, eve yollandık...
Öyle özgün, sevimli eski taş evler yok Ordu merkezde. Modern görünümlü bir kent... Kibrit kutusu gibi dikilmiş yüksek yüksek soğuk binalara teslim olmuşlar. İstanbul'da sorsanız müteahhitlerin çoğu Karadenizli... İzmir'de de öyle... Ancak kendi memleketlerinde de çoklar ve acı olansa fındık bahçelerine bile göz dikmişler. Oralara da inşaat yapmak istiyorlarmış...
Yazıktır... Yapmayın, etmeyin, kıymayın bu güzelliğe...
"Ordunun dereleri çok abla" diyor Tolga... Bakacağız bakalım, hem çok, hem de yukarı mı akıyor!.. Ancak geçen günler zarfında pek kalmadığını, çevre felaketleri ve yapılan HES'lerle bir bir yok olup kurulduğunu görüp üzülüyorum...
Sıcak, nem... Yola çıkmadan önce İzmir çok sıcak diye komşum "Serine gidiyorsun." demişti de ben de onun üzerine mevsimlik giysilere ağırlık vermiştim. Bir de ne olur, ne olmaz diye daha ince penye bir elbiseyi son dakika atıvermiştim valize... İyi ki de öyle yapmışım, gelene kadar evde hep onu giydim...
Güzel bir gezme planı yapmışlar...
Tolga hocam atölyesine götürdü önce. Beşinci kat bir daire... Güzel döşeli... Her yerde resim, kitap, heykel... Hepsi kendi eseri değil elbette. Sanatçılar kendi aralarında da hediyeleşiyorlar. Onların da eserleri süslüyor atölyeyi. Bir bir inceliyorum... O ise anlatıyor, bilgilendiriyor. Bir heykelini ve iki yazdığı kitabını da imzalayarak hediye ediveriyor, seviniyorum...
Merkezde güzel bir çay bahçesine gittik ilk önce...
Yemyeşil söğüt altına konulmuş koltuk grubuna oturduk. Ben dondurma yedim, onlar çay içti...
Eve geldik... Allah'ım bu ne sıcak. Bir Kıbrıs’ta bu kadar terlemiştim, bir de burada... Defile yapar gibi saat başı terden ıslanan elbisemi değiştiriyorum.
Kıbrıs’ta nem oranı yüzde seksenbeş, burada ise yetmiş sekiz imiş... Fark yok yani!..
Haşlanmış patates gibiyim... Sanırsın tepemden birileri çaktırmadan sürekli su döküyor...
İşin komiği İzmir'den sıcak diye kaçarken kızım Senem'e "Siz burada yanın, ben serine gidiyorum" diye hava atmıştım... Al sana serin!.
Ama sıcak hiçbirimizin umurunda değil. Evimiz kentin merkezinde, on üçüncü katta... Ordu'yu uçaktan bakar gibi seyrediyoruz. Sağımızda deniz, karşımızda Boztepe...
"Boztepeye çıkmalı,
Şu orduya bakmalı"
İzmir'de erkenden tavuk gibi yatağa girerken burada geç saatlere kadar bol bol gülüp, sohbet ediyoruz...
Rahime diyor ki "Abla annemler de Ankara'da aynı sıcak ve nemden şikayet ediyor!"
Düşünüyorum da... Kendimiz ettik, kendimiz bulduk. Bundan yirmi-yirmibeş yıl kadar önce çevrebilimciler hep uyardılar, anlattılar... "Doğanın dengesi bozuluyor... Ozon tabakası deliniyor!.." diye feryat ettiler. Biz bir avuç insan bunu kavrayıp koruma kurallarına uymaya çalıştık. Ancak asıl uyması gereken fabrikalar, etkin ve yetkin kimseler para ve rant uğruna yanlışı sürdürdüler... Yeşil, azaldı... Pek çok şey kimyasal ile üretim yapıldı... Atıklar doğaya salındı... Para kazandı, biz kaybettik!..
Şimdi ceremesini hep birlikte ödüyoruz...
Perşembe yaylasına gidiyoruz. Denizden epey yukarı çıkacağız. Perşembe sahil kesiminde bir ilçe... Biz yaylasına gidiyoruz. Belki bir fındık bahçesine gideriz, dalından toplar sütlü sütlü yeriz diye heveslendim, ancak fındık zamanı bitmiş... Hevesim kursağımda kaldı...
Dönmemize yakın gittiğimiz gezme yolu üzerinde kimi fındık bahçelerinin toplanmadığını görüp sorduğumda Rahime anlatıyor... Meğer il dışında oturan bahçe sahipleri yol ücretleri çok arttığı için masrafına değmeyeceğini düşünüp gelmemişler toplamaya. Birinden 5-6 fındık kopardım. Ancak gelinen duruma çok üzüldüm...
Bu durumdaki bahçeleri ve toplama bitince arta kalanları isteyen girip topluyormuş. Buna "Başak yapmak" deniyormuş. Yol boyu başak yapmaya gelmiş dışarılıklı insanlar çadırlarda... Canım kızım, güzel Rahime'm bir bir anlatıyor her şeyi bana...
Yapılan HES'lerle derelerin çoğu kurumuş...
Köprüden geçiyoruz, başımı iyice cama yapıştırıp aşağısını görmeye çalışıyorum. Nerdeee!.. Dere göreyim, derken taş gördüm!..
Kıvrım kıvrım dağ yolu... Fatsa'dan yukarı çıkıyoruz, hava serinledi. Yol kenarında fındıklar kurumaya serilmiş. Yeşil kabuğunun adı Çotanak'mış. Kabukları yakacak olacak kullanılıyormuş. Çünkü kalorisi çok yüksekmiş. Anadolu'da tezek, burada çotanak... Sahipleri başında bekliyor, yağmur gelirse hemen topluyorlar. Yoksa ıslanırsa küflenir... Çok emekli, zor bir iş... Yayla çok yükseklerde. Aşağıda buram buram terlerken burada üşüyoruz. Ama kalın giyinmiştik. Romantik romantik sis geçiyor... Muhteşem bir manzara. Aşağıda kıvrım kıvrım akan dere dünya kültür mirasına girmeye aday gösterilmiş... Yeşillikler ortasında harika bir göl... Huzur...
Bir et lokantasına girdik. Burada siparişinizi kilo ile veriyorsunuz. Üç kişi iki kilo ızgaraya bana mısın demedik, çok lezzetli idi...
Karşımıza çıkan bir uyarı levhası "inek çıkabilir"
Gerçekten akşama doğru dönerken karşımıza çıktı da... Yayılmaktan dönen pek çok inek nazlı nazlı yürüyerek evine gidiyordu...
Dağ tepe çıkıyoruz, iniyoruz... Çukurda bir ilçe... Çıkıyoruz, iniyoruz... Hoop bir çukur ve bir köy...
Pek çok araç var yollarda, genelde 34 plaka. Yani İstanbul...
Bugün de Gölköy'e gidiyouz.
Yollarına "dokuz dolambaç2 derlermiş. Bence "otuz dolambaç" denmeli... O kadar yani...
Dön dön bitmedi... Ama değdi...
Dünyada cenneti sorsalar, burası derim...
Yürüyüş gruplarının yürüme parkuru imiş Gölköy.
Her seferinde "Daha da buraya gidilmez!" derlermiş ama yine de gelecek yıl yürüyüş rotası yine Gölköy olurmuş...
Harika bir göl, üstü nilüfer çiçekleri ile kaplı. Binlerce kurbağa karşılıklı serenat yapıyor. Yemyeşil ağaçlarda ise kuş sesleri... Rüya gibi... Göl kıyısında yürüme parkurunun yanında atlarla gezinti de yapabiliyorsunuz.
İyi ki gelmişim yaaaa...
Döndükten sonra ben bile merak ediyorum tuvalimde nasıl can bulacak bu gördüğüm güzellikler. Güzellikler derken yalnız manzara değil, canların güzelliği... Onlarla yaşadığım mutluluklar...
Rahime ne yemek yapacağını, ne yedireceklerini şaşırdılar. Yöresel ne varsa tattırdılar. Hatta bir sabah kuymak yaptı. "Abla bu orijinal kuymak tarifi..." deyince "Herkes görsün, bilsin, öğrensin." dedim... Kaptığım gibi telefonu videosunu çekmeye başladım. Hay benim şaşkın kafam... "Başlat" diye komut mu vermedim, ne oldu anlamadım... Video çekilmemiş... Nasıl güzel anlatmıştım oysa!... Bütün inceliklerini, püf noktalarını... Bir de kaşığı sündürdük, havamızı attık. İzleyelim diye baktık ki yerler görünüyor... Nasıl kızdım kendime... Nasıl üzüldüm...
Neyse ertesi sabah bir daha yaptı Rahime... Çekim de kuymak gibi bu kez çok başarılı idi...
Bir de ünlü Nusret var... Buranın Nusret'i de uzun saçlı. Denize sıfır harika salaş bir yer. Çayı ile ünlü. Bardağı kaldırınca karşı tarafı görürmüşsün. Biraz poz verirken parmağım yandı ama bakır demlikte, dağ suyuna, kömür ateşinde demlenen mis kokulu çaya da değdi hani...
Ordu ile Fatsa arasında, Medreseönü beldesinde manzarası ve çayının güzelliği ile ünlü bir yer... Çay demlik hesabı ve siz siparişi verdikten sonra demleniyor... Bu yüzden en az yarım saat kadar zamana ihtiyaç var.. Öyle "Hemen bi bardak çay getir koçum" falan diyenleri umursamayan huysuzluğuna rağmen sevimli biri...
Bir gün de turistlerin ilgi odağı Hoynat adası kuş cenneti ve Yason kilisesine gittik. Efsaneye göre, Teselya'daki Lolkos kralı Aiso'nun oğlu Yason babasından tahtı gasp eden amcası Pelias'tan tahtı geri ister. Pelias buna karşılık altın postu getirmesini şart koşar. Kral Athamas'ın oğlu Phriksus'un Zeus'a kurban ettiği kanatlı koçun postu olan altın post Kafkasya'daki Kolkhis krallığının kutsal bir korulukta hiç uyumayan bir ejderha tarafından korunmaktadır.
Yason gemi ile buraya gelir ancak kral postu vermeye yanaşmaz. Bu arada kralın kızı Yason'a aşık olur ve büyülü sözlerle ejderhayı uyutur, postu alır ve kaçarlar.
Bu arada instagramda sürekli paylaşıyorum bu güzellikleri derken bir telefon... Refa... Refa İzmir Mordoğan'dan deniz arkadaşım. Bir kaç yıl önce buraya yerleşti. Çarşı içinde sevimli bir çay evi açtı. Adı "Felekten bir çay" Biz o sıralarda hırçın Karadeniz dalgalarının ayaklarımıza kadar geldiği muhteşem manzaralı bir balık lokantasındayız. Hemen ziyaretimize geldi. Özlem giderdik. Çay evine davet etti. Ertesi gün gittik, mis gibi kokulu demli çay içip meşhur çıtır çıtır Ordu tostu yedik...
Ordunun dereleri yukarı akmasını bırakın kalmamış artık. Yok denecek kadar azalmış. HES'lerle maden aramalarla ve çeşitli çevre felaketine maruz bırakılmış...
Bugün balkondan seyrettiğim yemyeşil Boztepe'ye teleferik ile gideceğiz. Tolga uyarıyor "Abla serin olabilir, ona göre giyin!.." "Olsun" diyerek ekliyorum. "Dönmeyebilirim!"
"Sahili kesintisiz tek şehir olabilir" diyor Rahime Ordu için.
Merkezdeki apartmanlara karşın Menekşe sokakta eski evler ve cübbeli villalar varmış...
Daha pek çok yer varmış gezilecek, ancak benim dönüş zamanım gelmişti. Oraları gezmeyi de bir daha sefere bıraktık...
Uçağa binerken yüreğimde sevgileri, aklımda pek çok güzel anı, yüzümde gülümseme vardı...