Bodruma Gündoğan'a yerleşeli tam bir buçuk sene oldu.
İki emekli genelde tüm emeklilerin yaptığı gibi büyükşehirin hareketli yaşamından daha sakin bir hayata geçiş yaptık.
Elbette yazları burada olan dostlarımızın da tavsiyesini alarak.
Buraya yerleşmeden önce hayat enerjim güzel annemi ikna çabalarım hep boşa gitti.
Bir türlü razı olmadı, alıştığı, sanki her gününü ezberlediği bu hayattan başka bir ortama geçmeyi, o yaşamı yeniden beynine işleyerek ezberlemeyi göze alamadı.
Orada kalmasının eş, dost, arabaların, hatta 65 senelik kadim dostu Engin teyzenin de etkisi olduğuna inanıyorum.
O da güçlü kişiliği ile annem gibi yalnız yaşamayı tercih edenlerden.
Kızına oğluna da gitse gece kendi yatağında, kendi kurduğu düzeninde sabaha uyanmak isteyenlerden.
Tıpkı annem gibi...
Onu razı edemeyince helallik almak için "Allahaısmarladık anne biz gidiyoruz" demek, içinde bulunduğun binanın üzerine çöküp, altında kalmak gibi ezdi yüreğimi, tuzla buz etti.
Evimizin yola bakan penceresinden gidişimize el sallarken, yüzündeki hüznü yol boyunca kilometre taşlarında, gözümün önünden gitmedi.
Ondan giderek uzaklaştıkça, hasretimin bu kadar çabuk çoğalacağını kestirememişim.
Onu akrabalarımızın dışında neredeyse tüm yakın dostlarıma, 30 senedir oturduğumuz apartman komşularımıza emanet ettim.
Telefon rehberim artık akraba gibi, kardeş gibi olduğumuz komşularımızın telefonları ile doldu.
Aradım evde yoksa eğer, en yakın komşulardan başlayarak, gidebileceği nereler varsa, arayarak "annem evde yok, sizde mi?" sorusu ile bunalttım insanları.
Karşı komşumuz Ayşe hanım öğretmen, anahtarın birisi onda, baktım telefonuma yanıt yok, hemen Ayşe hanımı arayarak "Ayşe'ciğim annem yanıt vermiyor, diyorum ki kapıyı açıp bir baksan"
"Hemen bakıyorum dur şimdi, merak etme"
Kapıyı açtığını ve içeri girdiğini tıkırtılarından duyuyorum.
Yüreğim küt küt, ya bir şey oldu ise, ya düştüyse korkusu, gerginliği Ayşe hanımın "Evde yok Neşe hanım sanırım ya arkadaşına, ya da markete gitmiştir" konuşması ile kendini derin bir ohh çekişe bırakıyor.
Ve karşıma çıkana kadar her dakika aradığım ev telefonundan alo sesi gelince, kızgın cümlelerimi makinalı tüfek gibi sıraladığım da doğrudur.
"Anne lütfen dışarı çıktığında şu cep telefonunu yanına al, unutma adı üstünde cep telefonu bu, tamam sen çantana koy dışarı çıkarken cebine sığmıyorsa.
Aramadığım yer kalmadı bunu yapma bana lütfen yapma anne"
"Evde sıkıldım kızım n'apayım, biraz yürüyüş yaparak markete gittim, eksikleri alarak geri geldim."
"Telefona gerek de duymadım ne bileyim bu saatte arayacağını"
Endişeli ses tonumu duyunca yumuşuyor sesi birden.
Sabah aynı saatte mutad aramalarım var.
Mesela şöyle, "kaçta uyandın"?
"Kahvaltında ne vardı? sıkı kahvaltı ettin mi?"
"İlaçlarını içtin mi anne, iyi misin?"
"Bu gün evde misin, gideceğin bir yer var mı?"
"Arayan soran, gelen giden"?
Alacağım yanıtların hep aynı olacağını bilerek sorarım ben yine.
Onun telefonun ucunda neşeli enerjik ses tonuyla konuşması benim de hayatıma enerji katıyor.
Onun hayata sıkı sıkı bağlı olması, kendisine iyi bakması, benim bile okuyamadığım kitapları benden önce getirtip okuması, mutlu bir şekilde sende oku diye tavsiye etmesi çok hoşuma gidiyor.
Telefonu kapatırken zorlandığım da doğrudur hani bu enerjik konuşmanın ardından
Özlediğimde, özlemim dayanılmaz bir hal aldığında atlayıp uçağa giderek hasret gideriyorum.
Sevdiği alışveriş merkezlerine giderek bir yerde öğlen yemek yemek, sohbet etmek, sonra alışverişimizi yaparak eve dönmek, döner dönmez de aldıklarımızı sanki açmışız gibi çayın yanında atıştırmak, ana kız karşılıklı balkonda oturarak sohbete kaldığımız yerden devam etmek, ikimizin de vazgeçilmezi.
Sabah erken kalkarak kahvaltısını hazırlamak, o çok severek yediği, sofrasından eksik etmediği kırmızı taze biberi, tuzsuz sele zeytini, çok haşlanmış yumurtası, olmazsa olmaz beyaz peynirini tepsisine hazırlayarak onu uyandırmak, günlük ibadetim gibi.
Elbette öyle olmalı.
Cennetin ayaklarının altında olmasından değil, onun benim gül kokulu cennetim olmasından.
Sayılı günler tükenip evime döneceğim zaman valizimi hazırlarken, kapının ağzında bana bakarak, keşke biraz daha kalsaydın sözü ok gibi saplanır yüreğime ve ben evime dönsen de hep orada kalır o yürek sızısı.
"Keşke biraz daha kalsaydın"
"Ama anne artık bu ayrılık bitse de, keşke sen yanımıza gelseydin"
.......
Derin bir suskunluk...
Bana asla "Tamam geleceğim" demedi.
Getirdiğim tüm önerilerime hiç bir şekilde ve asla sıcak bakmadı.
"Anne evimiz böylece dursun gel bizimle yaşa, sıkılınca kışın evimize dönelim"
"Hayır"
"Peki, sana orada, yakınımızda bir ev tutalım"
"Hayır"
"Tamam o zaman bu evi satayım, orada evimizin yakınında bir ev alayım, sana orada ben bakayım."
"Hayır, daha elim ayağım tutuyor, aklım da başımda alzheimer değilim bana öyle davranma, kimseye ihtiyacım yok, ben kendime bakabilirim"
Hep "hayır" dedi, hep "hayır"...
Bir ay öncesine kadar böyleydi.
Bu gidişimde onu getirebilmek adına ısrarlı, hayırı kabul etmeyen, biraz da yüksek sesli konuşmamızda, onun da direncinin zayıfladığını, artık yalnız kalmak istemediğini gözlemledim.
Benim ona düşkünlüğümden, onun yalnız kalışına dayanamayarak Ankara'ya döneceğimi beklemişti.
Ama ben direterek "Orada kalacağım, sen geleceksin anne" dediğimde, ilk kez yumuşak bir sesle, "peki" dedi.
Koronavirüs ne yazık ki anne kızın kavuşmasına da engel oldu.(sağ salim kavuşalım da)
Uçak biletim iptal olmadı.(benden bir kaç gün sonra bilet alanların oldu) ama annemin 65 yaş üzeri olması, onlara dışarı çıkma yasağı getirilmesi, annemin sen git ben de hazırlığımı yapayım, şu zor sıkıntılı günler geçsin, bir ay sonra gel beni al demesiyle birlikte yine yalnız başıma döndüm Bodruma.
Onun Ankara'da şu hassas korona günlerinde dışarı çıkamadan 85 yaşında yalnız başına kalması, her günümü endişeli bir şekilde bekleyerek adeta cehenneme çevirdi.
Bu kez iyice paniklemelerim çoğaldı.
"Anne poşetleri içeri aldığında hemen dezenfekte et"
"Poşetlerin içindekileri al, poşetleri çöp kutusuna at ağzını sıkıca bağla ve acil dışarıya kapıya bırak"
"Ellerini sabunla köpük köpük 20 saniye iyicene yıka.
"Ellerini asla burnuna ağzına götürme"
"Apartman sorumlusu ile sosyal mesafeni koru ağzının içine girme"
"Bozuk para verirse alma kalsın"
"Eğer çoksa al parayı iyice sabunla şıkır şıkır yıka"
"Anne gıdalarına daha çok dikkât etmelisin, bağışıklık sistemin güçlü olsun bol su iç"
"D vitaminini mutlaka suya damlatarak iç"
"Apartman görevlisine söyle kefirli süt alsın, onu iç"
"Nar aldır, bol bol sebze ve meyve tüket, evi havalandır"
"Tamam yapıyorum merak etme kendime iyi bakıyorum her defasında söylüyorsun zaten"
"Bu arada maske ve kolonya geldi mi anne?
"Hayır ne gelmesi"
"Hımmmm sen aldır bari, faturasını gönderirsin emekli maaşına eklerler"
Karşılıklı gülüşmeler.
Geldim geleli telefon görüşmelerimiz annemin buraya gelmeyi kabul ettiğinden beri aynı bu şekilde.
"Bir tek ne zaman gelirsin? Nisanın 15 den sonra gel beni götür" sorusu benim suskunluğuma dönüştü.
Çünkü zaman veremeyecek konumlar gelişti ne yazık ki ülkemizde.
Ve ben giderek sokağa çıkma yasağının ileri safhasını, böyle olacağını siyasetçi dostlarımdan duymuştum, biliyordum.
Hep "Nisan'ın 15'inden sonra geleceğim anne, bu arada kendine dikkat ediyorsun, dışarı çıkmıyorsun" demeye devam ettim.
Koronavirüs bize çok şey öğretti.
Hayatın, nefes almanın her şeyden üstün olduğunu.
Malın mülkün, makamın, paranın, zenginliğin, fakirliğin önemli olmadığını, özgürce sokaklarda dolaşmanın, paylaşmanın, insanlığının ne kadar önemli olduğunu gördük.
Zarar vermemek adına istesen de kavuşamayacağını, istesen de sarılamayacağını istesen de gidemeyeceğini,
Sevdiklerinin hayatının özlesen de her şeyin üstünde olduğunu, koruma duygunun giderek öne çıktığını.
Sosyal izolasyon konusunda en zayıf millet olarak sevdiklerimize dokunamamanın çaresizliğimizi öğretti.
Şimdi bir şey daha öğretti.
Hayat enerjim canım anneme teknolojiyi öğretti
Artık görüntülü aramamı açabiliyor.
Onu görerek sohbet edebiliyoruz.
Bana belli etmese de sıkıldığını görüyorum gözleri hüzünlü bakıyor.
Güya bana belli etmiyor.
Nisan'da 15'den sonra demesini dünkü "Ulusa Sesleniş" konuşmasından sonra Mayıs'a aldı.
"Geç olsun güç olmasın, napalim biraz daha bekleriz kızım" diyor.
Keşke diyorum şu görüntülü aramayı öğretmeseydim.
Sesimin titremesini, gözlerimin dolmasını göz pınarlarımda durdurmaya çalıştığımı görmezdi.
Görüntüyü kendimden uzaklaştırarak ona bahçemizin bahara dönüştüğünü gösteriyorum.
Ağaçların çiçek açtığını geldiğinde kuş sesleriyle bahçede ona kahvaltı hazırlayacağımı söylüyorum.
"Bağlama çalacağız, türküler söyleyeceğiz. Sen şimdiden repertuarını hazırla" diyorum.
Telefonu özellikle yüzüme tutmuyorum.
O benim, konuşmasak da gözlerimden anlar endişelerimi hüznümü.
Ona umut aşılıyorum ama umudum yitik.
Beni böyle görsün istemiyorum.
O benim muzip, neşeli yanımı sever.
Kendimi zorluyorum.
"Bekle beni anne Nisan olmadı Mayıs'da geleceğim"
"Telefonu yüzüne tutsana, ne oldu ağlıyor musun sen?"
"Yok ağlamıyorum anne! Gözüme bir şey kaçtı."
"Mayıs'da gelip seni buraya getireceğim."
"Bana söz verdin kendine iyi bak e'mi"
"Tamam kapatıyorum şimdi, seni yine arayacağım akşam üstü"
"Peki canım kızım görüşürüz."
Gözlerimin içine bakmanı istemedim anne, vicdan azabımı, kederimi hemen anlarsın.
Özür dilerim anne seni orada yapayalnız bıraktığım için.
Böyle olsun istemedim.
Çok özür dilerim...