1 Ocak 2019’dan itibaren plastik poşetler paralı hale geldi. Amaç plastik kullanımını azaltmaktı. Çevreyi önemsediği için bu girişim alkışı hakediyordu, ancak çevreci politikalar arasındaki tutarsızlık bunu engelliyordu.
Ve defalarca yazdım; ‘fantaziden ileriye gitmez, neticeye tesir etmez’ diye. Tek sonucu; perakendecinin bir gider kaleminden kurtulması, devletin de yeni bir vergi geliri elde etmesi oldu…
Aradan geçen zaman benim ne kadar haklı olduğumu ortaya koydu. Paralı alışveriş poşeti tüketimi yarı yarıya azalarak devam etti. Bu poşetler eskiden çoğunlukla çöp torbası olarak kullanıldığından, azalan kısım çöp torbası satışlarını artırdı. Marketlerin self servis bölümlerinde ücretsiz verilen şeffaf poşetlerin (ekmek ve manav reyonlarında) tüketimi de 3’e katlandı.
Türkiye’de yılda 3 milyon ton civarında plastik ambalaj kullanılıyor. Bu miktarın sadece yüzde 8’i plastik poşettir. Diyelim ki; alışveriş poşeti, çöp torbası ve şeffaf poşetin toplam miktarı yarı yarıya azalmış olsun (fazla fazla). Problemin ancak yüzde 4’ü çözülmüş olur.
Ancak esas çelişki bu değil!
Bloomberg yazarı Kit Chellel’in, "Bir plastik torbanın 2 bin millik yolculuğu geri dönüşümle ilgili karmaşık gerçeği gösteriyor” başlıklı haberine göre; “İngiltere, 2020 yılında her gün Türkiye’ye ortalama 575 ton plastik çöp gönderdi. İngiltere’nin işlenmesi zor çöplerle uğraşmanın sorumluluğunu daha fakir ülkelere devrederek atık bertaraf alt yapılarını zorladığını” belirten Chellel, “Atık dolandırıcılarının çöplerden kurtulmak için yaktıklarını, Türkiye’de geri dönüşüm merkezlerinde, haftada yaklaşık iki şüpheli yangın çıktığını” belirtti.
Bununla da yetinmedi!
İngiltere’nin en büyük süpermarketlerinden Tesco’nun atıklarına yerleştirdiği üç farklı takip cihazının izini sürdü. Chellel’in izini sürdüğü çöplerden biri Londra’da kalırken, ikisi Hollanda ve Polonya üzerinden Türkiye’ye geldi ve Adana’ya ulaştı.
Dünya genelinde gıda güvenliği sorununun tartışıldığı bu günlerde, Türkiye’de tarım politikalarının desteklenmesi bir yana, en verimli arazilerin çöplerle zehirlenmesi dikkat çekiyor.
Türkiye’nin atıkları geri dönüştürmek amacıyla ithal etmediğini rakamlar söylüyor zaten. (Kaynak: Koray Doğan Urbarlı)
“2016’da Türkiye’ye 3 bin 616 ton plastik atık gelirken, 2020 yılında 775 bin ton geliyor. Aynı yıl sadece 400 bin tonu işlenebiliyor. Türkiye’de üretilen atığın önemli kısmı ile ithal edilen çöplerin geri kalanı yakılıyor ve doğaya atılıyor. Türkiye kendi ürettiği çöpünü işleyemezken, dünyanın çöpüne talip oluyor.”
Alman devleti de, Almanya’ya ait çöpün yüzde 25’inin Türkiye’ye gönderildiğini resmi olarak açıklıyor.
Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı Murat Kurum, sorulan bir soruya verdiği cevapta, “2020 yılında 775 bin ton olan plastik atık ithalat rakamının, alınan tedbirler sayesinde 2021 yılında 685 bin tona gerilediğini” söylüyor. Yüzde 12’lik düşüşün başarı gibi takdim edilmesini takdirlerinize sunuyorum.
Şimdi de uzmanından bu ithalatın nasıl gerçekleştiğini öğrenelim…
TMMOB Çevre Mühendisleri Odası Yönetim Kurulu Başkanı Ahmet Dursun Kahraman’ın ağzından özetleyelim:
“Atık ithalatı özel şirketler tarafından gerçekleştiriliyor. Atıklar para ödenerek alınmıyor, gönderenden para alınıyor. Bir yere bırakıyorlar, yakıyorlar ya da gömüyorlar. Avrupa ülkeleri ise bunları çevresel zararlarından sakındıkları için satıyorlar” diyor. Dolayısıyla hiç değerlendirilmese bile ithalatçının bir kaybı yok, tersine ‘gönder’ dendiği an hasılatın kasaya girmiş olduğu anlaşılıyor.
Yani “elin taşı ile elin kuşunu vurmak” bu olsa gerek!
Çöp başkasının, dökülen arazi başkasının, zehirlenen toprak, su ve hava hepimizin ama kazancı da bir başkasının…
“Avrupa’nın en büyük çöp yakma tesisinin İstanbul’da açıldığı” müjdesini verenleri alkışlayan bir ülkenin vatandaşıyız. Bunun ne yaman bir çelişki olduğuna da bakalım mı ?
. En büyük tesisi yapma nedenimiz en fazla çöp biriktirmemizden kaynaklanıyor olabilir mi?
. Çöp yakmanın çok isabetli bir işlem olmadığını görenlerin, bize göndermeyi tercih etmeleri tesadüf olabilir mi?
. Ortaya çıkacak kül için çare bulamamaları caydırıcı olmuş olabilir mi?
. Bütün bunlar çevre bilinci arasındaki farktan kaynaklanmış olabilir mi ?
. Yatırım imkanları (zenginlikleri) bizden yetersiz kaldığı için olabilir mi?
Şaka gibi değil mi?
Sonuçta; ülkemizin plastik konusuna bakışı ve uygulamaları “dostlar alışverişte görsün” tarzı yerine öncelikle 85 milyonun sağlığı ile ilgili olmalıdır.