Türkiye’de seri katil vakasına çok nadir rastlanır. Basına yansımış son seri katil dört cinayet işlemişti ve yakalanarak yargılandı ve 4 kez ağırlaştırılmış müebbet cezaya çarptırıldı. Halen cezaevinde.
Bu vakada şüpheli yakalanmıştı fakat eldeki deliller yeterli değildi. Katil çok soğukkanlıydı, itiraf etmiyor, işlediği cinayetler anlatıldığında olaylarla bağlantısı olmadığını iddia ediyordu.
Seri katilin suçlarını itiraf ettirmek için "Türk emniyet tarihine girecek ve polis okullarında ders olarak verilecek bir sorgulama yöntemi uygulandı."
Polis tarafından, öldürülen 4 kişinin ceset fotoğrafları, aileleriyle çekilmiş ve çocuklarının fotoğrafları renkli olarak afiş yaptırıldı. Bu fotoğrafların arasına bir de "onun işlemediği bir cinayete ait resimler" de ilave edildi. Sonra öldürülen 5 kişinin afiş haline getirilmiş fotoğrafları ile sorgu odası duvarları kaplandı.
Katil zanlısı tek başına sorgu odasına alındığında, afişleri görür görmez şok geçirdi. Gerisini operasyonu yürüten Polis Memurunun ifadesinden öğrenelim: "Öldürdüğü kişilerin ceset fotoğraflarını, ailelerini, çocuklarının fotoğraflarını görünce bu dondu kaldı. Sağına bakıyor öldürdüğü kişi, soluna bakıyor öldürdüğü kişi, nereye dönerse öldürdüğü kişilerin afişlerini görüyordu. Ruh halinin giderek değiştiğini görmeye başladık. Sonra başını iki elinin arasına alarak bağırmaya başladı 'çıkarın beni buradan. Tamam ben öldürdüm.' dedi. Onu oradan alırken, öldürmediği kişi için 'Bunu ben öldürmedim ama diğerlerini ben öldürdüm' dedi."
Polisin Türkiye'de ilk defa uyguladığı bu sorgulama yöntemini ve sonucunu okuduğumda en soğukkanlı seri katilin bile küllerle kaplanmış kor misali bir vicdana sahip olduğunu düşündüm.
Önemli olan vicdanını örtmüş olan külleri üfleyip ortaya çıkaracak bir yöntem bulabilmekti.
Bu örnek üzerinden sosyal ve siyasi çıkarımlar yapabiliriz sanıyorum.
* * *
SİYASETÇİ VE DEVLET ADAMLARININ VİCDANI
Siyasetçiler ülke için çok önemli ve gereklidir. Devleti yöneten siyasi ve bürokratik kadrolar da öyle. Bu kadrolar ne kadar dürüst, ahlaklı ve liyakatli ise toplumun huzurlu, mutlu ve umutlu olması; adaletle yönetilmesi ve ülkenin hızlı kalkınması mümkün olur.
Ancak bu kadroların içinde bir kısım insanlar ahlaksız, liyakatsiz ve kötü niyetli olabilir. Hatta bu kesim iyi kadroların tamamından etkin ve zararlı olabilecek bir güce sahip olabilirler.
Bu kesimin hak ettiği gibi tasfiye edilip cezalandırılmaları için demokrasilerde iki yol var:
İlki, toplumun büyük çoğunluğunun siyasi desteğini çekerek kullanmakta oldukları devlet gücünü ellerinden almak. İkincisi ise bağımsız ve tarafsız bir yargılama sonucu cezalandırmak.
İster kamuoyunun siyasi cezalandırması ve isterse hukuki cezalandırma için “yeterli delil” bulmak kolay değildir. Çünkü minareyi çalan kılıfını hazırlamıştır. Basın / medya hakimiyeti, devlet ve semirtilmiş yandaş sermaye desteği ve yargı içindeki yandaş kadro ile her türlü suçun/ pisliğin üstü örtülebilir.
İşte bu durumda hükümete bağlı olmayan medya, sosyal medya ve Sivil Toplum Kuruluşları (STK’lar) topluma karşı işlenmiş suçların ortaya çıkmasında çok önemli rol oynayabilir.
Bu güçler toplumu bilgilendirme yanında faillerin topluma karşı işledikleri suçları itiraf etmesine ve toplum vicdanında cezalandırılmasına yol açabilir.
* * *
DÜNYADAN ÖRNEKLER
İsveç’te 1995 yılında "Toblerone Davası" olarak tarihe geçen vaka bizde ve geri kalmış ülkelerde neden olmaz?
Hatırlatayım. İsveç Sosyal Demokrat Parti Genel Başkanı Mona Sahlin'in bazı küçük özel harcamalarının, Toblerone marka çikolata ile atıştırmalıkların ödemesini devletin kendisine verdiği kredi kartı ile yaptığı ortaya çıktı.
Sahlin bu sebeple Parti başkanlığı yarışından çekilmek zorunda kaldı. Kabinedeki görevlerini de bırakarak siyasi kariyerine ara verdi.
Üstelik Sahlin, devletin kendisine tahsis ettiği kredi kartıyla yaptığı tüm özel harcamaların tutarını Hazine'ye geri ödemiş ve hatta fazladan 15 bin kron ödemişti.
Mona Sahlin’in bu karara götüren sebep neydi? Çünkü Sahlin’e duyulan güven erimişti.
Çünkü bizzat Sahlin’in dediği gibi, "Kendi faturalarını ödemeyen birinin başbakan olması mümkün değildi."
Yapılan soruşturma sonucu Sahlin suçsuz bulundu. Ve üç sene aradan sonra siyasete geri dönebildi.
* * *
Yılmaz Özdil’in 2011’de yazdığı "avanta bilet" alan New York Valisi'nin istifa etmek zorunda kalması örneğini da tekrar hatırlatayım.
Malum ABD'de valiler seçimle geliyor ve "eyalet valisi" demek aslında federe devletin devlet başkanı demek.
Ünlü beyzbol takımı Yankees final maçı için valiye 5 adet bilet verir. Vali'nin "resmi görevli olarak maça geleceği" bildirildiği için bilet ücreti alınmamıştır. Fakat Washington Post diğer dört biletin 2 vali yardımcısı, Vali'nin oğlu ve onun bir arkadaşına olduğunu öğrenmiştir.
Süreci izleyen ve kamuoyunu bilgilendiren Washington Post gazetesi "avanta bilet rüşvet değil mi?" diye başlık atar.
Gazetenin manşetlerinden sonra, Vali'nin ödeme yaptığını ispat için Yankees kulübüne verdiği çekin Adli Tıp incelemesi yapılır. Çekin maçtan önce verilmiş gibi eski tarihli olarak düzenlendiği anlaşılır.
Vali'ye 62.500 dolar ceza kesilir. Daha da önemlisi halka yalan söylediği anlaşıldığı için kendisine duyulan güven kaybolmuştur. Vali'nin siyasi hayatı biter.
* * *
ONLAR İSTİFA EDİYOR DA BİZDE NİYE İSTİFA YOK?
İsveç SDP Başkanı Sahlin Türkiye’de bir partinin genel başkanı ve bakan olarak, New York Valisi Paterson Türkiye’de bir Bakan veya Cumhurbaşkanı olarak aynı eylemleri yapsaydı istifa etmek zorunda kalmayacaktı. Sanırım herkes aynı fikirdedir.
Bizde böyle "masum" sayılabilecek usulsüzlükleri yazmak bile bir fantezi sayılır.
Ülkemizde haklarında ortaya çıkan yolsuzluk, usulsüzlük, yasalara aykırı iş ve eylemleri ayyuka çıkmış olanların bile akıllarına bırakın istifayı, özür dilemek dahi gelmiyor.
Çünkü demokratik ülkelerde medya ve kamuoyu tepkisi, seri katilin vicdanını harekete geçiren afişler gibi, etki yapıyor.
Ama bizde Sayıştay ve Meclis denetiminden kaçırılan dev harcamaların bile hesabı sorulamıyor...