Sevgili Öğretmenim (1)

Zeynel KOZANOĞLU

 

Ben çalışma hayatım boyunca sadece iki yılın dışında, hep beni yönetenlerden zarar gördüm, kötülük gördüm. Sözünü ettiğim o iki yıla yakın süre içinde ise Ankara’da “Hasretinden Pırangalar Eskittim” şairi Ahmed Arif’in yanında çalıştım ki, o günler hem gazeteciliği öğrendiğim hem de insanca muamele gördüğüm günler oldu.

Öyle bunaldığım anlar oldu ki, müdürlerimden birine “Sizin gldiğinizden bu yana Yunan’ın eline esir düşseydim, bu kadar eziyet görmezdim” dedim. Dedim ama o müdürüm öğretmen değildi. İnsan öğretmenden kötülük görünce daha bir canı yanıyor.

Şurasını belirtmekten gurur duyuyorum, ülkemizde öylesine değerli öğretmenler var ki, her biri birer pırlanta ve bunların sayısı yüzbinlerin üstünde... Öğrenim gördüğüm yıllr boyunca bunlardan kimileriyle ben de karşılaştım. Başta Çankırılı öğretmen Hatice Mısırlı olmak üzere üzerimde emeği geçen bütün öğretmenlerimi rahmetle anıyorum.

Ancak, öyle de öğretmenlerim oldu ki, doğrudan doğruya ve tepeden tırnağa kötülük yüklü idiler. Ilgaz Özdemiroğlu adını taşıyan Ilgazlı ve öğretmen kızımız bir öğretmenine Facebook’ta hitabetti ve kendisini ömrü oldukça bağışlamayacağınız söyledi.

Ben Ilgaz’a bir iki satır yazdım ve “Benim de iki öğretmenimden çektiğimi yazayım da oku” dedim. Şimdi bu sözümü yerine getirmek adına iki yazımı okurlarıma sunuyorum. Hem okulların yan gelip yatılan yerler olmadığını göstermek için. Hem de kimi gençler için örnek olur umuduyla. Çünkü anlattığım olaylar elli yıl önce yaşanmıştır.

Şimdi birinci yazıma göz atabilirsiniz. Teşekkürlerimle.

...

Bir Müslim Pekgöz yıkıntısı yaşadım, insanlığımdan bezdim. Lafı biraz geriden alacağım. Dördüncü sınıftayız. Müslim bey kimyacı ve bana kancayı takmış halde. Ben ise konuların tamamını yutmuş durumdayım ama ne çare...

Öğretmen sözlüye kaldırıyor. Sorunun cevabını satırı satırına aktarıyorum. Çünkü kitabı ezber etmişim. Arkadaşlarım kitaptan izliyor ve sayfanın bittiği yerde kırk kişi birden sayfayı çeviriyor. Öğretmen bundan huylanmıyor. 

Öğretim yılı bitti. Üç dersten bütünlemeye kaldım. Biri Kimya idi. Eylül döneminde iki dersten geçtim, Kimya’dan geçemedim. Tek dersten kalan çocuklara bir üst sınıfa devam hakkı tanınmış olduğundan şimdi beşinci sınıfta okuyorum...

Beşinci sınıfta Kimya dersi yok. Yıl sonunda altıncı sınıfa takıntısız geçersem ve Kimya dersinden yine de geçemezsem, durumum ne olacak? Dörde mi dönerim, beşi mi yeniden okurum? Okul İdaresiyle konuştum. Onlar da ne olacağını bilemiyorlar.

Kimya dediğimiz de topu topu seksen altı sayfalık bir kitap, Organik Kimya. Ben kitabı aslında yıl içinde “yutmuş” durumdaydım ama, ister inanın, ister inanmayın, öğretmenin benimle sorunu vardı. Ona göre kendisine saygısızlık etmiştim.

Yaz geldi, ben altıncı sınıfa takıntısız geçtim. Ve Haziran döneminde Kimya’dan girdiğim sınavı yine kazanamadım. İşe bakın, şimdi beşinci sınıftan takıntısız olarak altıncı sınıf öğrencisiyim ama, dördüncü sınıftan takıntılıyım.

Peki Eylül’de ne olacak? Bu Müslüm beni Eylül döneminde de geçirmezse gerçekten gelecek yıl beni hangi sınıfa alacaklar? O yaz okulda kaldım. Eylüle kadar kimya ile yattım, kimya ile kalktım. Parkta, bahçede kimya kitabı benim parçam oldu.

Gece gündüz kimya kitabını bir saniye bile elimden bırakmadım.

O yılın Eylül döneminde Müslüm Pekgöz verdiği cezayı yeterli bulmuş olacaktı ki, bana yönelik tavrını değiştirdi. Kimya’dan geçtim. Böylece okul idaresi yasal bir boşluğun nasıl doldurulacağı yolunda araştırmaya girmek külfetinden kurtuldu.

Müslüm Pekgöz’le öğretmen çıktığımdan on beş yıl sonra Milli Eğitim Bakanlığının asansöründe karşılaştık. Bakanlıkta Şube Müdürüymüş. Öğretmenim bana çok sevdiği bir eski öğrencisiymişim gibi davrandı. Ben de onu çok sevdiğim bir eski öğretmenimmiş gibi selamladım. Böylece ikimiz de birbirimize karşı ikiyüzlülük ettik.

Şimdi nerelerde olduğumu sordu, İzmir’de Anadolu Ajansı muhabiri olduğumu söyledim. Bu işimin öğretmenliğe göre aşağıda mı, yukarıda mı olduğunu kestiremediği bakışlarından anlaşılıyordu. Soramadı da. Sadece “Hımmm” demekle yetindi.

Hele yazdığım “Hamdi Bey ve Akbaş Baskını” adlı kitabımdan Milli Eğitim Bakanlığının yüz elli adet satın aldığını öğrendiğinde büsbütün sarsıldı. “Ben bakanlıkta şube müdürüyüm, kitabımdan birini bile almadılar, sen kitabı nasıl kabul ettirebildin?” diye sordu. “Bilmem ki” dedim. “Dilekçe verdim, kabul ettiler.”

(DEVAM EDECEK)