Günümüzün en büyük sıkıntısı aynı zamanda mücadelesi ideoloji ya da gruplarla değil bizzat bireyin kaybolmaya başlayan ve yok edilmeye çalışılan iradesine, özgürlüğüne başka bir ifadeyle varoluş gayesine sahip çıkma çabasıdır. Zihinleri şartlandırılmış, iradesi ipotek altına alınmış, özgürlüğü yok edilmiş insanlardan şahsiyetli bireyler olmasını istiyoruz.
Bir medeniyet ya da düşünce sistemi skolastik hale gelmişse; bilim, felsefe ve sanat yerini üstatlara, otorite kabul edilen (!) zatlara bırakmışsa orada artık insanlar değil ölü bir ruh hali vardır. İnsanlara dayatılan bu acımasız ve efsaneleştirilmiş sistem, kendi insan modelini de ona göre yetiştirir.
Bu anlayışın saikleri sürekli karizmatik liderlerden, mürşitlerden, erenlerden, komutanlardan ilham bekler. Kendilerini yetersiz, basit, edilgen varlıklar olarak peşinen kabul ederler. Düşünme, sorgulama, analiz etme gibi insani vasıflar bu anlayış mensuplarına göre hainliğin, ihanetin, bölücülüğün dilidir. ARGE çalışması, bilimsel makaleler işin hikâyesidir; onlar için asıl önemli olan, bu zatlara biat etmek ve her davranış ya da sözlerinden hikmetler çıkarmaktır. Cemil Meriç haklı olarak “Her aydınlığı yangın sanıp söndürmeye koşan zavallı insanlarım: Karanlığa o kadar alışmışsınız ki yıldızlar bile rahatsız ediyor sizi” demektedir. İşte böyle iptidai anlayışların prim yaptığı bir dönemden geçiyoruz.
Bu anlayışlara karşı Galileo gibi tavır koymak bile yetmez. İnsanı sürekli düşünmeye, sorgulamaya, aklını çalıştırmaya sevk eden ilahi bir mesaj adına bunları yapmaları daha da trajik bir hal almaktadır. Diğer yandan Atatürkçülük, laiklik adına ve bunlara sığınarak, tabulaştırarak düşünceyi yok eden anlayışlarında diğerinden söylemin dışında hiçbir farkı yoktur. Bu ruh atmosferi karşıt fikirli dahi olsa bütün gruplarda, fikri hareketlerde skolastik etkisini sürdürebilmektedir.
Siyaseti, devleti yönetme sanatı olmaktan çıkararak hokkabazlık girdabına soktular; bütün güç gruplarının çok farklı gibi görünmelerine rağmen mantık ve zihniyet olarak hiçbir farkları kalmamıştır. Bu zihniyeti yıkabilmek için bir reforma değil Rönesans’a ihtiyaç vardır. Reform bu problemleri çözemez, yetersizdir.
Şartlar ve imkânları yan yana getirdiğinizde küçük bir ışığı bile görememek çok kötü bir durumdur. Parti içi demokrasinin olmadığı, üye kayıtlarının keyfi bir şekilde silindiği, farklı seslerin hemen ihraç edildiği, yasama erkinde milletvekillerinin hür iradeleriyle hareket etmediği, yasama Yürütme ve yargı erklerinin yetkisinin bir kişiye devredildiği bir demokrasi…
Batı toplumları bu çarpık zihniyetle asırlarca mücadele etti, kan ve gözyaşı üzerine bugünkü medeniyetini inkişaf ettirdi. Oysa Cumhuriyeti kuran irade “hayatta en hakiki mürşit ilimdir” diyordu; tarihi bir sıçramayla medeniyetimizin temellerini atmıştı. Bu atılım devam edeceği yerde kısa süre sonra içi tamamen boşaltıldı. Birey olmayı kendine zül gören bu marazi durum, kendi iradesine, özgürlüğüne, onu insan yapan vasfına savaş açtı belki de kolektif şuurun parçası olmak onun adeta genlerine işledi.
Her kurumun başındaki zat kendisini vazgeçilmez kabul ederek her türlü tavsiye, eleştiri ya da alternatife kapıları baştan kapatıyor. Bu anlayışın devamı içinde her türlü tedbiri almaktan geri kalmıyor. Peki, ne olacak bu yapının sonu diye sorulursa herhalde cevabı da bunun içinde saklıdır. Bu köhnemiş yapının neyini düzelteceksiniz; en basit insani değerlerin bile ayaklar altında çiğnendiği, ahlaki değerlerin kalmadığı, ideal, fedakârlık, vefa gibi duygularının hastalık kabul edildiği bir yapıdan bahsediyoruz. Süreklilik en büyük düşmanıdır bu anlayışın. Çünkü süreklilik onlara tahribat yapma hakkını vermiyor. Buna en güzel örnek Milli eğitimde belirli aralıklarla yapılan ve adına reform denilen yap-boz anlayışıdır.
Batı toplumlarında ortaya çıkan varoluşçu akımlar bu tereddütlerden dolayı hep bireyi ön plana aldılar. Onlara göre bireyi birey yapan ”özü” değil varoluşuydu. Hâlbuki bu konularda İslam dünyasının daha hassas olması gerekirdi zira insanı en şerefli varlık olarak kabul ediyorlardı. İslam’ın ilk ortaya çıkışı var olan putları yıkmakla başlamıştı ama zamanla o putları yıkan irade başka putlar oluşturmaya başlayarak bugünlere geldi.
Bu skolastik anlayışta, bireyi ”çapulcu” kabul eden ruh haline başkaldırma her insanın asli görevlerindendir. Bu her şeyden önce insanın kendini zihni prangalardan kurtarma mücadelesi olmalıdır. Birey ile yığın arasında seçimimizi yapmak zorundayız. Birey bir çıkmazla karşı karşıyadır ya iradesine, özgürlüğüne sahip çıkacak ya da kişiliği ortadan kalkmış, yığınların bir parçasına dönüşecektir.
Bu bağlamda, İYİ PARTİ, bireyi öne çıkaran ve tüzüğü ile demokratik yapıları harekette geçireceği vaadi, şeffaf, hesap verebilirlik gibi ilkeleri ile yığından bireye geçişi mutlaka sağlamalıdır.
Cemaat, tarikat aşiret ya da karizmatik lider gibi kurtarıcıların gölgesinden kurtulup şahsiyet sahibi birey olduğumuzun farkına vardığımız gün İnsan denen varlığa karşı en büyük hizmeti yapmış oluruz.
Unutmayalım, bütün sistemlerin öznesi insandır. İnsana yaklaşım değerler üzerinden değil statüler üzerinden yapılırsa mevcut köhnemiş yapılardan hiçbir farkımızın olmadığını da kabul etmiş olacağız.
Oysa birey olma mücadelesini kazandığımız gün hem kendi değerimizin farkına varırız hem de ülkenin kurtuluşuna zemin hazırlamış oluruz.