Soluk yüzü vardı

Mustafa CAN

Yıl ikibin kaç... Tam gününü ve ayını yazarak tarih vermek istemiyorum. Ben tarihi bir olayın arkasından koşmuyorum ki. Öyleyse bu şekilde okumaya devam edeceklerin okumasına devam etmesi, aksi takdirde yazıdan uzaklaşması yerinde olur.

Dediğim gibi yıl ikibinler, mevsim ise ilkbaharın ortaları. Sizi yeşil manzaranın içine gömmek için yazdığımı sanmayın bu yazıyı, çünkü ben de baharın hayranlarındanım. Severim baharı, öyle severim ki, ovalarda, yamaçlarda, her nere ise orada günlerce ve de aylarca olsa kalırım. Gözüm bal rengidir benim, ama yeşiller arasında yeşillenir, onu da buraya kaydedebilirim.

Bahara uygun giyindim. Öyle belirli bir adrese göre, akrabaya göre, eş veya dosta göre çıkmadım gezintiye. Hanım, özel bir işe bağlı yolculuktaydı. Onun yanımda olmayışını bahane ederek yalnızlıktan kurtulmak adına bir mekan değişikliği yapayım dedim. Çalışma atmosferinden, bir başka deyişle okuma odasından daha doğrusu, kütüphanemdeki kitap kokularından sıyrılıp tabiatın tabii kokusuna, tabii kokulara kendimi bırakmak isteği doğdu içime, tabiat çekti beni.

Karadeniz’de bahar mevsimiydi söz konusu olan. Bölgede tabiat nasıl kendini gösterir? Nasıl bir renk cümbüşüdür görülenler?

Bölge bahar mevsimine ayrıcalıklı haklar tanır. Bunu ben biliyorum, tamam, yabunu bilmeyenlere nasıl anlatırım görülmeye değer manzaraları? Bilemiyorum.

Baharda bölgenin albenili halini bilmeyenlere anlatmak istersem yapacaklarımı sıraladım kendi kendime. Onlara başka yerlerde bulunmaz güzellikleri düşünmelerini ve hayal etmelerini sağlayacak benzetmeler aklıma geliverdi.

Dört insan rengi vardır, bilinir. Dört temel ten veya cilt rengi var. Bunu hayvanların arasından kayarak ırk kavramına indirip biyolojinin gerçeğine uygunluğunu bahane edenlerin mantıksızlığını hesaba katmayı düşünmüyorum. Bahardan nereye geldiğimi düşünenler olabilir, zararı yok. Acelecilik akla zarar verir.

Kırmızı, sarı, siyah ve beyaz rengin ciltte görüntüsünü hemen düşünmeye başlayabilirsiniz. Soyunmuş, giysisi olmayan çırılçıplak insanın bu renklerde nasıl görüleceğini hayal edemeyenlerin beceriksizliğine ortak olmak istemem.

Neyse geçelim ten rengini. Kış ve sonbahar mevsiminde soyunmuş, cansızlığını ölü taklidi yaparak önümüzde duran manzaraya, yani tabiata giydirelim yeşilin bütün tonlarını… Ve sonra da o değişimi bir ressama, başka sanatçılara verip, sanat adına uğraştığı sanatındaki başarıyla zirveye çıkmış hangisi varsa, onların icrasında görelim. 

Gözü, kulağı duyguyu etkileyenlerin ayarlanmasına yardımcı olan, estetiğe düşkün olan anlayışımız da harekete geçsin. İşte bu tablonun karşısında ortaya ne çıkar dersiniz? Hemen cevap hazır olur mu ki? Karadeniz’in yeşili… Onun güzel yanı görüntüye gelmiş olur.

Tanrı en büyük sanatçı. Duam ona.

Kışın ölmeye, baharda dirilmeye alışık tabiat, Karadeniz’de bir başka kendini belli eder. Tanıtımda daha da yetersizliğimi belli etmek istemiyorum. Tasviri genişletmeye çalışmaktan vaz geçiyorum. Güzelliğin adına yeşilliği anlatmaya çalıştığımda beceriksizliğim ortaya çıkacak, o zaman da kendime güvenim kalır mı?

Başlangıçta, küçük bir şeyi eklemek istersem, lütfen kızmayın sakın bana. Müzikteki seslerin koro hali dâhil, tablolarda sayılamayacak renkler dâhil, altıncı histe hayal dâhil, arızaları olmayan insanın yaratılışına uygun güzelin hoşa gitmesi dile gelir.

Yokuşları homurdanarak tırmanan arabama ve hangi yöne gideceğimi bilmeyen kendime ne söyleyecektim? Birine sevinçle,“iyi ki tırmanmaktasın” diğerine “gittiğin yönü şimdiye kadar ne zaman bilen biri oldun ki?”, demek yerinde olacak.

Çoktan şehir bitmiş, dağ yamaçlarında epey yol almışım. Sarp olanlarından bir kısmı da gözümü korkutmadı diyemem. Türk Halk Müziğini severim. Türk Sanat Müziğini de. Türk olmak, sanatın tadını Türk gibi çıkarmak gibi bir şey.

Dalgınlığımdan kurtulup kendime geldiğimde, yokuşların bitip, artık yolların düzleşmiş olduğunu gördüm. Sağ tarafta ise düzlüğe yakın geniş bir alana ulaşmıştım. Aynı zamanda dağınık halde serpilmiş köy evlerini de görüyordum. Kalabalık bir mahalle değildi gördüklerim.  En fazla olan ev topluluğu üç beş tane idi. Aslına bakılırsa, çok da büyük sayılmazdı bu köy. 

Bir ev vardı sağ tarafımda, yalnızdı ve etrafında komşuluk yapacak bir hane bile görünmüyordu. Dikkatimi çekti, sevdim bu yalnızlığı. Etrafta insana benzer kimsecikler de yoktu. Uzun zaman oldu yola çıkalı, benimkinden başka taşıt da yoktu bu yollarda. Ben görmediğim için mi araba yoktu yoksa aslında hiç araba olmadığı için mi göremedim, bilemedim.

Durdum. Motoru durdurdum.İndim aşağıya arabamdan. Öğle vaktine biraz vardı. Hava bahar mevsimine uygundu. Sıcak değildi. Güneşi engelleyecek bulut da yoktu. Gökyüzünde bulutlar dağınık haldeydi. Bir arada toplu halde görünmüyorlardı.  Lakin yağmura dair de bir iz yoktu. Sanki hava tahmin raporundan anlayan birisi gibi konuşmama bakmayın, söylediğim gibi, öyle işte.

Tek başına tabiatın ortasında duran eve, bulunduğum yerden gidişi düşünün, ön tarafı aşağılardaki manzarayı seyredebilmeye öylesine uygundu ki, seyrederken göze hiçbir engel takılmıyordu. Sırtını çok yüksek olmayan, ama eğimi de fazla dikkati çekmeyen yamaca yaslamıştı. Ayakta durmak istemeyen bir yaratık gibiydi.Çömelip sırtını bir yere yaslayan bir insandı adeta. Görünüşü ise tam bir tabloluktu.

Üzüldüm şimdi bir ressam olmayışıma. Ressam değilim, tamam, ama iç dünyamda o tarafım var. O bana yeter. Onu harekete geçirdim şu anda.İçte ressam olan biri, yani ben olarak etrafa göz atıyorum.

Ne kadar güzel ve ne kadar da hoş bir manzara. Tanrı ne güzel yaratmış. Kim ne derse desin, evin duruşunu taklit edercesine, avluya giriş kapısındaki özel yapılmış bir oturak vardı.Birkaç adım sonrasında tam da önüne gelmişim. Oturdum. Fotoğraf makinesini kenara bıraktım. Şimdi ona ihtiyacım yok.

Harman yeri benzeri bir düzlük. Avlusu bir dönümden fazla. Belki iki dönüm de olabilir. Tam ortasında büyükçe bir meşe ağacı. Çok kalın ve yüksek. Onun tepesine yakın duran pamuk beyazına benzer bulut görünmekteydi. Sanki güneş ışıklarını emiyormuş gibi saf duruşu göze çarpıyordu. Yine arkasından gelen güneş ışıklarına engel olmadan yeryüzüne doğru gönderir gibi yayvan bir başka bulut topluluğunu fark ettim. Sol aşağıya bakan avlu tarafında ahır ve onun yanında serendi. Evde saklamayacak şeyler için havadar ambar.

Ahşap serendinin ki hep aynı malzemeden yapılır, onun bulunduğu yere çok yakın noktadan itibaren meyve ağaçları dikiliydi. Neler yoktu ki! Ayvadan armuda, duttan kiraza, karayemişten elmaya. Aşağılarda fındık bahçelerini görüyordum. Serendinin arka tarafına düşen bahçede, çit ile çevrili alan. Bu alanın içerisinde tavuk kümesi vardı. Tavukların dışarı çıkmaması için çevrilmişti. Orada kaç tavuk var, görünmüyor, ama iki renkli horoz vardı. Hatta biri beni gördü de mi ötüşe geçti bilmiyorum. Çok da güzel bir sesi vardı. Çevreye yankılandı sesi.

Seyre doyum yoktu. Yakmayan güneş ışıklarının altında ne kadar kaldım bilemiyorum. Hayranlık dolu bakışlarla kabına sığmayan duygular içersinde oluşumu söylemem gerekmiyor. Bir ara, ta uzaklara baktığım sırada bir ses duydum.

Bir kadın sesiydi bu işittiğim ses. Bana doğru gelen bir kadın. Zayıf ve inceliği ilk bakışta kendini göstermekteydi, adımlarında hiç dikkati çeken bir aksaklık yok. Olgun bir duruş, yürüyüşe bakıldığında bir kız çocuğu. Uzuna yakın, daha doğrusu ortanın üzerine çıkan boyu vardı.

Gözleri simsiyah, başındaki örtüden taşan saçları bembeyaz. Yüzü kemikleşmiş, teni kemiğe yakın durmaktaydı. Yani ten ile kemik arasında et yoktu. Soluk yüzünü görünce kan damarlarında kırmızı kan renk değiştirmiş, onun yerine damarlarında beyaz kan dolaşıyordu. Kollarını sallarken, komikleşen hiçbir yanı yoktu. Köy kıyafeti içersinde, basması sade ve üzerinde desen yoktu. Süse düşkün biri olarak da görünmüyor. İlk bakışta karar verebilirsiniz; köy kadını değil, ama köyde yaşamakta olan biriydi.

“Birini mi arıyordunuz? Yoksa bir şeye mi ihtiyacınız var?”

Nasıl bir ses bu? Olgun, sarıcı, sanki yıllarca tanıdık birisi gibi konuşmaktaydı karşımdaki kadın.

Utandım, izinsiz girdiğim arazinin sahibiydi. Birkaç metre önümde durdu ve bana,

“Hoş geldiniz beyefendi,” dedi. Biraz daha yaklaştı, elini uzattı tokalaştı benimle.

“Merhaba, ismim Suat Köylü. Soyadım gibi değilim. Kasabada yaşamaktayım. Gezinti yapıyordum. Neredeyim onu da bilmiyorum, ama önemli değil,” dedim ve sustum. Ne söyleyecektim ki? Başkaca da bir şey aklıma gelmedi?

“İyi yapmışsınız. Buralar tabiat harikasıdır. Görenler bayılır. Gerçi buralara gelen çok yoktur. Bunu öncelikle bilesiniz. Evler dağınıktır.İnsanlar birbirlerinden haber almak için önceleri, daha doğrusu babam zamanlarında insan sesi ve ıslık işe yarardı. Ya da evin korkusuz olan kişisi bu görevi üzerine alırdı. Şimdi telefonlar iletişimi kolaylaştırdı,” dedi ev sahibesi kadın.

“Sizi burada, bu tenha yerde, tutan nedir ki?”

Ağzımdan kaçırdım mı, yoksa ne soracağımı bilemediğimden, istemeyerek de olsa bir şey söylemiş olmak için mi bu soruyu sordum, bilmiyorum.

“Birini beklememek veya birisinin bize uğrayacağını tahmin etmemek yüzünden az kalsın hatalı davranıyordum. Siz, uzaktan, kasabadan geliyorsunuz. Yorgunsunuzdur. Size bir ayran ikram etmek isterim, kabul ederseniz elbette,”diye teklifte bulundu.

Sözünü bitirmesinin ardından çabuk adımlarla ayrıldı ve ev doğru yürüdü. Yine zayıf olmasının onda yürüyüşüne, çabukluğuna ve atik davranmasına engel olacak tarafı yoktu. Gerçekten konuşmasında ciddi ve ağırbaşlı bir yanı vardı. Bu da onun, dağ yamaçlarına kurulmuş köyde büyümüş bir kız olmadığınınilk işaretini veriyordu. Bir başka yanı da şivesiz ses tonu ve de kelime seçişiydi.Şehir hayatından gelen bir kişiliği yansıtan bu kadın merakımı çekti.

Arakasından bakmadım, daha açıkçası bakamadım. Tabiata döndü bakışlarım. Yeşile alışacaktı bakışlarım. Öyle istiyordu gönlüm. Yeşilin tonlarından ağaç çeşitlerine, oradan da mavi göğü tarayacak araştırıcı bir bakışla iç dünyamda rahatlama hissedeceğimi umuyordum.

Yalnızca mekanik bir yürüyüşe çıkmamıştım. Yeşil yaprakların üzerinde yeşilin farklı tonlarının ayırtına varmaya çabalayacaktım. Yaprak büyüklüklerini, ağaç cinslerinin şeklini ve görüntüsünü değiştiren yaprakların çapını, kimileri çiçeğe durmuş meyve ağaçlarını bulup fazlaca durmaksızın hızlıca kayıp gidiyordu gözlerim. Bulunduğum yerden ağaçların köklerine sonra da dallarına ve oradan da yüksek tepelerine bakıyordum.

Bir zaman sonra oturduğum yerden kalktım, sağa doğru ve serendi tarafına yürümek geldi içimden. Benim yürüyüş noktama göre, aşağıda kalan eskilerin ambar olarak kullandığı bu ahşap binanın altında oturma yeri vardı. Rahatça oturmaya yarayan tabure, sandalye ve bir de kestane ağacından yapılmış bir büyük masa vardı. Masanın sol yanında süklüm püklüm, doğru olan yanı olmayan bir ihtiyar adam bulunuyordu. O tarafa bakışta onu gördüm. Oturuyor muydu, yoksa yatıyor da kalkmaya mı çalışıyordu, bilemedim. Yatak gibi, yorgan gibi bir şeyler de yoktu ki, tahmin gücümü kullanayım.

Yaklaştım adamın olduğu yere. Avlu içersinde dolaşmak için izni olmayan biri gibiydim. İnsan başkasının mülkünde korkak olur elbette. Ev sahibesi beni gördü ya. Yarımca da olsa izinli miydim, izinsiz miydim? O sırada oradaki adam da beni görmüştü, uzaklaşamazdım. Selam vermemek de insani olmaz. Yaklaşayım mı yoksa olduğum yerde durup bekleyeyim mi, tereddütlü bir vaziyette kaldım. İmdadıma ev sahibesi yetişti.

“İyi yaptınız. Bizim günlük oturma yerimiz serendi altıdır. Orada bir de dostumuz var. Böylece hem ona yakın olmuş oluruz,” dedi. Yanımda durdu ve tepsideki ayran bardağını bana uzattı.

“Teşekkür ederim. Size zahmet ettim. Zamansız hanenize gelince de keyfinizi ve rahatınızı bozdum.”

“Bu benim Nedim amcam. Kimsesiz değilim burada, yalnızlığımı paylaştığım kimsenin olup olmadığını merak edersiniz, işte bu Nedim amcam can yoldaşım, dostum.”

Şaşırdım. Orada sözü edilen adamın nasıl biri olduğunu bana sorsalar, nasıl tasvir ederim de sorana tanıtırım. Çok olağanüstü biri. Hiçbir kelime aklıma gelmiyor, bana yardımcı olacak hiçbir benzetme de yetmez. Kime veya neye benzetebilirim onu? Küçülmüş ve büzülmüş bir yüzü var. Geniş alnı artık zayıflıkla cetvel hainde bir gözden diğerine çekilmiş bir doğru. Ne alttan ne üsten yamukluğu var. Dost doğru. Gözleri oyuğa kaymış, canlılığı kaybolmuş bilye gibi. Oynak bir biçimde, kafası dönmeden, dönüşü kendi kendine yapan beyazı olmayan siyah bir yuvarlak.

Saçları seyrelmişti, öne inik kaşlarının rengine ters düşen saçın görüntüsü görülmeye değerdi. Kaşları beyaz, saçları siyah veya kurşuni. Avurtları çökmüş, ağızda diş var mı yok mu belli değil. Şayet dişi varsa, yanakların kalkması gerekirdi. Teni esmerimsiydi. Vücut derisinin büzülüşü de benzersizdi. Sanki siyah, eskimiş bir kadifenin deri gibi görünüşünü hatırlatmaktaydı.

Kımıldadı. Kamburun bu çeşidini hiç görmedim. Omuzlar öne doğru, sırt kemikleri yukarı doğru çıkık. Eskimeye yüz tutmuş, ama yırtığı olmayan bir ceket. Belki ceketimsi bir elbise. Bacağında bol bir şalvarımsı denilirse, doğru söylenmiş olan bir pantolonu vardı. Bilekleri yalnızca kemik kalmış, el üzerindeki parmak kemiklerinin dışa çıkışı bakar bakmaz hemen fark edilebiliyordu.

“Merhaba Amca.”

Sessiz kalacağını, belki kısık sesle selamıma karşılık vereceğini tahmin edeceğim sırada, beklemeyen bir ses duydum. Bu işittiğim davudi bir sesti. Benim en çok beğendiğim seslerden birisiydi.

“Hoş geldin evladım,” dedi.

“Hoş gördük bey amca.”

Konuşmaya deva edişi, susmanın önüne geçmek istemesindendi kanaatime göre.

“Devenin eğriliğini bir insanda görmek herkese nasip olmaz evladım. İşte bu durumda sizin seyir alanınızdaki adamım. Belki ilk defa hilkat garibesiyle karşı karşıyasınız.”

Nedim amcamızın kendisiyle kendi kendine dalga geçmesini beceren bir yanı vardır. Arkadaş canlısı, dost gönüllü bir insandır. Tabiatın en temiz havasında, ciğerlerimizi bol vetemiz havayla dolduruyoruz.

“Nedim amcana tır çarpmasaydı, böyle haliyle deveyi bile kıskandıracak kadar eğri büğrü olmasaydı, yamaçlardan kaydırak kaydırırdık, değil mi?”

“Bu kadar kendisine acımaz davranan, sözünü sakınmadan kullandığını gördüğünüz adam şehir kaçkınıdır.”

“Sen olmasan nasıl kaçardım?”

Ayran, elimde kalakalmıştım. Kıpırdamadan ayakta dikilerek dinlemekte olduklarımla, yola çıktığımda nereye gideceğimi bilmediğim durum arasında öyle bir uçurum vardı ki, sanki rüya ile gerçek arasındaki farka benzemekteydi.

“Evladım, biz masallar ülkesi gibi adı bilinmeyen bir yerde yaşarken, kim gönderdi sizi buraya?”

“Siz de şöyle buyurun, oturun lütfen. Ayranınızı rahat bir şekilde içiverin. Eğer isterseniz, bir de bizimle olmayı dilerseniz, zamanımız var, saatlerce sohbet ederiz.”

İki arada bir derede kalmadan, söylenenlerin anlamanı kaçırmadan dinlemek hoşuma gidiyordu.  Oturdum. İlk defa elimdeki bardaktan bir yudum aldım. Ayranın tadı vardı. Ayrandaki lezzeti daha önce başka bir yerde hiç tatmamıştım. Soğuktu. Bir yudum derken, bir yudum daha. Büyük bardağın dibine ulaştım. Ne kadar çok olsa, o kadar çok içebilirim bu ayrandan.

“Affedersiniz bardağı elinizde boş tutmayın! Verin bana tekrar doldurayım. Bu ara adımı söylemeyi unutmuşum. Nilgün Saygılı. Tanışmadan anlatacaklarımızın yarısını anlattık.”

“Giriş bile değil, nereden çıkardın yarıya geldiğimizi?”

“Sizi daha yakından tanımamam için bana yardımcı olur musunuz diye sormadan önce, benim de ismimi bilesiniz istiyorum.Şefik Karaduman. Büyük bir şirkette muhasebeci olarak çalışıyorum. Yıllık iznimi kullanıyorum. Yaşım otuzyedi.”

“Bizim şehir kaçkını olduğumuz açık. Onun bilinmesi ile başlanılacak hayat hikâyemizin bir girişi var. Sonrası gelir. Bu zayıf, cılız, üfleseniz düşecek gibi karşınızda duran kadın, Nilgün Hanım, hayat kurtarıcılığı bir yana, ölüme saniye kalmış eğrisi deveyi kıskandıracak adamı hayata döndürdü.”

“O kadar da değil. Tanrının bana verdiği aracı olmak görevini yerine getirdim, hepsi o kadar.”

Yeşile bayılan tarafımı doyurmak isterken, hâlâ nerede olduğumu bilemediğim Karadeniz’inbir dağ köyünde şehrin kovaladıklarının sığınağına düşmüş gibiyim. Büyük şehrin kaçkınları.

Sürahi masaya konulunca, başkasının bardağımı doldurmasına gerek kalmamıştı. Benden başkasının da ayranın tadına bayılıp içmesi söz konusu olmadığına göre, tamamını sahiplenebilirdim.

“Ben ismimi unutmamışlarsa, o zamanların en gözde spikerlerinden birisiydim. Zenginliğimi de buna ekleyebilirisiniz. Çevremde olanların kimler olduğunu ve o kimlerin, dediğimi yaptıkları yetmiyormuş gibi, daha fazlasına talip oldukları zamanlar bitti tükendi. Bir kaza her şeyi bitirdi. Çaptan düştüm. Paralar bitti. Neyim varsa, sele kapılmış saman çöpü gibi uzaklaştı benden. Tabiat afetlerinin karşısında tutunamayan bir varlık idim.”

“Kaza sonrasında, tıpkı insanın kendi üstünden çıkartıp kenara bıraktığı bir elbise gibi çırılçıplak şekilde ortada kalakalmış Nedim Bey. Sağlığı bitmiş. Tedavinin eksik ve hatta yanlış yapılması sonucu koskoca adam eğri büğrü oluvermiş.”

“Altmış yılın arkasında kalan bu adamın yalnızca bir şeyi yitmemiş, onda olduğu gibi kalmış, tabii olan tarafı da o yanı. Davudi sesi. Konuşulanlardan anlaşılan o. Değişim şekilde. Vücut bitme noktasına gelmiş, ama ses kendini saklamış, muhafaza etmiş.”

“Çok şükür sesim beni bırakmadı. Beni içte olduğum gibi yalnızlığa da itmedi. Hatta çekti çıkardı düştüğüm derin mağaralardan. Gün ışığında tuttu. Yar kenarlarında dolaştığım zamanlarım oldu. O bana düşeceğim esnada kanat oldu. Zemine, beton, taş, çamur ve su olan zemine çakmadı.”

“Kurtardı kendini. İrade sağlamlığı dersek, daha yerinde olur bana göre.”

 Konuşan, açıklayan, düne bugünden bakan kadının sesiydi. Bilinmeyen, benim bilmediğim geçmişin dar labirentinde dolaşarak kaybolmadan zamanımıza gelen, soluklanınca da yine korkusuzca karanlığın koyusuna dalan kadın. Yoğun sis tabakaları arasında özel bir donanımı var.

“Çok şükür sesim bırakmadı beni,” diyerek ses kendini gösterdi.

“Çok şükür kendini bırakmadın.”

“Şunu unutursak, bu söylediklerimiz işe yaramaz. Bu kadın. İnsanın nasıl biri olduğunu dışından anlaşılmasını engelleyecek kadar fiziki arızası olan kadın. Anlayış merkezine, özüne, gönül kapısının girişine ve çıkışına yerleşen insanlığın sahibi olan kadın, Öze yerleştirdiği insana sahip çıkan, tanrıyı bu noktada en iyi ve kolay taklit eden kadın olmasaydı, bu sesin sahibi yoktu huzurunuzda.”

O ses, kendini kurtaran kadın için hançeresinden çıkmaktaydı. O,  atmosfere yayılan davudi ses, kendindeki eğri iskelete ters düşme pahasına da olsa çınlıyordu. Yeşile, baharın yeşil rengine sahip dağ yamacındaki kara topraklara ulaşan bir sesti. Bu toprakların bir kısmı da sarı topraklardı. Bu toprakların zamana kafa tutarcasına barındırdığı ağaçlar, aşağı kök salarak, sonra da yukarıya tırmanan kalın gövdelerindeki damarları besliyordu. O, kalın gövdelere uygun dallara ve oradan da bulutsuz göğe, oynak gözleriyle bakıyordu. Hayatın olumsuzluklarına yılmadan, korkmadan karşı koyan kim veya ne varsa, ben de öyleyim, onlar gibiyim der, gibiydi.

Kuşlar susmuştu. Börtü böcek suskundu. Derin sessizliğin krallığı hâkimdi. Bir o ses.

Nedim amcanın gövdesini, kamburuyla eşi benzeri olmayan bu şehir kovması adamın fiziki varlığını görmüyordum artık. Tabiat o sese kulak kabartır olmuştu. Kadın ve ben de. O ses susmasın istiyordum. Hayatın kayalar gibi insanın üzerine düştüğü şehirler kovması adamda kalsın söz istiyordum. Şehrin cicili atmosferine alışarak kendini unutanların, zorluklarında yolunu bulamayanların öyküsü vardı onda. İçimdeki bir ses “Konuş adam, susma sakın! Kendine sahip çıkmazsa kaybeder insan, bu sesi dinle ve duy!” haykırışını yapıyordu. Gürültü içtendi. Ama ben suskundum.

“Bu kadındı bana el uzatan. Tam da kefene sarılmak üzere iken yanımda görünen. Kendi acılarına aldırış etmeyen kadındı o. Çocukları vardı. Kocası vardı. Hayatı seviyordu. İnsanı ve tabiatı seviyordu. Beton yığınlarının arasında kendi kendine biten bir çiçekti. Açtığında üzerine sokak köpeklerininişediği o çiçekti. Okul sıralarında oturanlara verdiği hayat dersine sırf kendisi inanır kalmıştı.

Oyun çocuklarına hayatın oyunlarını anlatıyordu. Oyunbozanlar oyunun kurallarına ters düşmekle kalmıyor, oyun çocuklarının dünyalarına zehirli olan ne varsa onu şırınga ediyorlardı.Hileyi öğretiyorlardı, çalmayı, aldatmayı, sahte gülücüklerin sanatçısını yetiştirmekteydiler. Merkezden insanı kovuyorlardı. Kovulan insanın yerine gelen ne yaparsa onu afişlerde gösteriyorlardı.”

Soluklanmak için mi sustu, yoksa başka bir durum mu vardı, bilemedim. Arada yanımızdan kaybolan kadın, bir şeyi çok iyi yapıyordu. Ayran hiç eksilmiyordu sürahiden, ben de ayransız kalmıyordum. Ne kadar içtiğimi bildiğimi de zannetmiyorum.

“Tanrının seni beklediğini unutmadın değil mi Nedim amca?”

“Unutmak mı, canım kızım?”

Yine sustu. Ne demekti şimdi bu? Ben soruya cevap arıyordum ki, O ses, yine ortaya çıktı. Öğle zamanı. Güneş tepede. “Allahü Ekber… Allahü Ekber.” Bir ezan böyle okunur işte.

“Onun varlığı bana her şeyi unutturmakta. Geride bıraktıklarım önemsizleşiyor. Yaşadığım acılar, olumsuzluklar, hayatın sunduğu ve benim alışmadığım kahreden zorlukları unutuyorum bu sesle. Bu ses ile buraya gelince tanıştım. Cevher yer değişimine uğrasa da değerini yitirmediğini, kıymetini kaybetmediğini onda gördüm.”

“İkimiz hayata tutunmayı birlikte öğrendik burada. Çekti çıkardı beni bataklıktan. Tır çarpmasına sebep olanlardan hatıra kalan yanımız hariç, ruhumuzun huzuruna doğru adımlarımız dengeli.”

“Şehrin alıklarını, şehrin hastalıklarını, kendimin zannederek sardığım zehirlileri arkamda bıraktım. Dedelerimden kalmış, sahipsiz bir yere geldim. Dönmemece, daha o bataklıkta yaşamak istemiyorum. Sokak köpeklerini, açtığım her sabah üzerime işetmeyeceğim. Kokan leş ağızların eziyetine katlanmak durumunda değilim.”

Geri dönüş yolu üzerinde, yalnız direksiyonu tutuyordum. Bende olanların, bendeki değişimin nasıl olduğunu istesem de anlatamam. Hayran olduğum yeşile doymak için çıkmıştım evden. Doymak ve yeşilin renginde hayatı sevmek için yeşil dağ yamaçlarına sardım otomobilimi. Egzoz kokusuna rağmen tırmanmıştım yokuşlara. Geri dönüşümde yeşili sevmek için sosyal ilişkileri öldürenlerin hayat hikâyesine ortak olunca, çok şey belirdi bende. Yoruluncaya kadar düşündüm yaşadıklarımı. Ne demişti Nilgün Hanım. Beyaz benizli, cılız kadın.

“İnsan aslına dönüyor er veya geç kardeşim. Aslına ve özüne dönüyor. Ruhumuzun rahatsızlığına yine hem cinslerimiz neden oluyor.”

Yatağa uzandığımda yüzü soluk kadının sözlerini duyar gibi oluyordum. Ne zaman uykuya daldım ki?