İnsanlar birbirleri ile anlaşmak için konuşurlar. Konuşa konuşa bir dil geliştirirler. Geliştirdikleri dil aynı zamanda içinde yaşadıkları, ortak duygu ve düşüncelerini de paylaştıkları toplumun yani milletlerinin dilidir.
Bu çerçeveden baktığınız da her birey kendi milletinin bir prototipidir. Bazı detay ayrılıkları olsa bile milletin içinden çıkan bilim insanları, edebiyatçılar, halk ozanları, şairler, sanatçılar ve düşünürler hepsi milletinin dili, düşüncesi ve dünyaya bakışını yansıtırlar.
Devletlerde milletlerin zihin yapısı ile şekilleneceğinden dolayı hemen hemen her devlet kendisinin dayandığı milletin gözünden dünya politikasına bakacaktır. Dolayısıyla devletlerin dayandıkları milletler hangi düşünürleri çıkarmışlarsa genel ağırlıkları ile o düşünürlerin gözünden dünya politikasını yönlendireceklerdir. Başka bir deyişle bu düşünürleri okuduğumuz da ait oldukları ülkenin dünyaya bakışı hakkında ipuçları da elde etmiş oluruz.
Rus devletini anlamak için Dugin’i, İtalyan devletini anlamak için Makyavelli’yi, Alman devletini anlamak için Kant’ı, Fransız devletini anlamak için Commte’u anlamak bize bir miktarda olsa fikir verecektir.
Amerika Birleşik Devletleri ise pragmatizim denilen ve kısaca “faydama olan iyidir.” Şeklinde açıklanan William James ve John Dewey’in yetiştiği bir ülkedir. Amerikan devletinin dış politikaya da bu gözle baktığı insanlığın yaşadığı tecrübelere göre üzerinde tartışılmayacak kadar açık ve net olarak ortaya çıkmış durumdadır.
Öte yandan BM’nin son Kudüs kararı neticesin de uzun süredir, tam bir uyum halinde olmasa bile ABD ile ortak çizgi de dış politika takip eden İngiltere ile Amerikan devletinin politikalarının ayrışma noktasına geldiği anlaşılıyor.
Çünkü, İngiliz devleti John Locke ve David Hume çizgisinde deneyci bir mantıkla dünyaya bakmaktadır. Amerikan devleti Vietnam örneğinde olduğu gibi çıkar endeksli dış politika ile sonunu pek de hesaplamadığı maceralara girebilirken, yaşadığı acı tecrübelerden deneysel bilgi elde etmeyi öncelemez.
ABD’nin Türkiye’nin milli güvenliğini tehdit eden son Ortadoğu politikasını İngiltere’nin onaylamadığını ve son tahlilde ABD ile mevzi bir eksen değişikliğine gittiğini düşünüyoruz.
İngiliz devleti Çanakkale ve Kut’ül Amare’den gereken dersi aldığından dolayı Türk İstiklal Savaşından sonra Türkiye üzerine yürüttüğü dış politikasını ılımlı-işbirlikçi* çizgiye çekmiştir.
Çünkü İngiliz aklı, Ortadoğu’da Rusya, İran ve Çin çizgisine savrulacak olan bir Türkiye’nin kendi çıkarları açısından ne büyük bir sorun oluşturacağını öngörebilecek deneysel tecrübeye sahiptir.
Bu açıdan baktığımız da son BM kararının Türk hükümetinden ziyade İngiliz kararı ile daha çok ilişkili olduğunu düşünüyoruz.
*Bu yorum İngiltere’nin hiçbir zaman Türk çıkarlarının aleyhine tavır geliştirmeyeceği anlamına gelmez. Musul-Şeyh Said ilişkisi bu duruma en iyi örnektir. Bu yorum ile kastettiğimiz genel İngiliz yaklaşımıdır. Başka bir deyişle İngiltere’nin Türkiye ile bazen dolaylı çatışmaya girse bile genel olarak uyumlu bir ilişki geliştirmeye çalıştığını söyleyebiliriz.