Asya, Avrupa ve Kuzey Doğu Afrika kökenli imparatorlukların doğu-batı, kuzey-güney eksenindeki genişleme hareketlerinde, geçiş yolu üzerinde bulunan Suriye sözcüğü, tarih boyunca Akdeniz’in tüm doğu kıyılarını içine alan ve bugünkü Orta Doğu’yu tanımlamak için kullanılmıştı. Yani, bugünkü Suriye, Lübnan, Ürdün, Filistin ve İsrail’i içine alan geniş bölge kastediliyordu. Coğrafi bir mahiyet taşıyan bu bölge, “Büyük Suriye” ideolojisinin doğal sınırlarını ifade ettiği gibi Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra İngilizlerin ortaya çıkardığı Suriye devletinin de, coğrafyaya dayalı, resmi politikalarının en önemli tarihi argümanı niteliğindeydi.
Suriye toprakları MÖ 4000’lerde Mısırlıların bölgeyi sedir ağacı, altın ve gümüş kaynağı olarak kullanmaya başlamaları ticaret merkezi olmasını sağladı. Yine MÖ. 4000’li yıllarda kurulan Sümerlerin de benzer amaçlarla bölgeye gelmeleri bölgenin önemini daha da arttırmış ve Sümerler kurdukları büyük imparatorlukla buralarda yaklaşık iki bin yıl boyunca hâkimiyet kurmuşlardı. Mezopotamya'da ortaya çıkan sayısız medeniyetin temelini attığı Sümerlerde ayrıca, yazı, dil, tıp, astronomi, matematik, din, fal, büyü ve mitoloji gibi alanlar da ilk kez ortaya çıkmıştı. Sümer Devleti, Sami olmayan bir topluluk tarafından kurulmuş yani, hâkim oldukları coğrafya üzerinde medeniyetin beşiğini oluşturarak kendilerinden sonra gelecek olanlara büyük miras bırakmışlardı ki, Sümerlerin Türk ırkından olduklarına dair birçok kanıt da mevcuttu. "Yaratılış" ve "Tufan"a ilk kez Sümerlerde rastlandığı gibi, 21'i büyük olan yaklaşık 35 büyük şehir ve kasaba kurmuşlardı. Yine aynı coğrafya üzerinde hâkimiyet kuran Asurlular, Kuzey Irak'ta Dicle kıyısında bulunan Asur Şarkat Kalesi Kenti ve çevresinde yaşayan bir Sami topluluktu. Özellikle MÖ 2000 sonrası yani, Sümerlerden sonra yine onların bıraktığı mirası devam ettirerek bölge halkı üzerinde etkili olup, doğu-batı arası bölgesel ticaretten faydalanarak topraklarını genişletmiş ve ülkelerini bir imparatorluğa dönüştürmüşlerdi. Asurlular da bu topraklarda yaklaşık bin dört yüz elli yıl hüküm sürmüş ve belki de Arapların eline kalacak ve Sami ırkından olmaları sebebiyle de aynı kültürü bugünkü coğrafyaya taşıyacak halkı oluşturmuşlardı. Akad, Hitit ve Büyük İskender ile MÖ dördüncü yüzyılda bölgeye gelen Helen kültürü ve ardından Büyük Roma İmparatorluğu’nun MS yirminci yılda bölgeyi ele geçirmesiyle de Roma Hukuku ve kültürüyle tanışmışlardı.
Suriye toprakları, 634 yılında İslam’ın bölgeye gelmesi ile daha öncekilerden çok farklı bir medeniyetin etki alanına girdi. İslam dönemi Suriye’ye iki ayrı yenilik birden getirmişti. Bunlardan ilki, yeni bir dini/sosyal anlayış ve ikincisi, siyasal bir merkez olma özelliğiydi. 661 yılında Emevi Devleti’nin kurulmasıyla Suriye bölgesi, daha öncesinden miras olarak aldığı Sümer, Asur, Akad, Hitit, Yunan ve Roma kültürü ile sahip olduğu Arap geleneğini mükemmel bir şekilde birleştirmiş ve dönemin en güçlü kültürel ve siyasi merkezi olmuştu. Suriye’nin İslam tarihinde bugün bile önemini koruyan bu kültürel katkısı diğer unsurlarla birleşince kendisinden sonraki medeniyet taşıyıcılarına önemli bir miras bırakmasını sağladı.
Yavuz Sultan Selim’in 1516 yılındaki Mısır Seferi ile birlikte, Osmanlı idaresine giren bölge, 20. yüzyılın başına kadar Osmanlı yönetiminde kaldı. Suriye toprakları, Osmanlı dönemi boyunca (1516-1918), bu bölgeden sağlanan vergi gelirleri, Halep’in uluslararası ticaret sistemi içindeki yeri, Şam’ın seferlerde geçiş yolları üzerinde bulunması gibi ekonomik faktörlerle doğrudan denetim altında tutulmak istenmişti. Bunlara ilaveten, Bilad-i Şam olarak adlandırılan ve içine Kudüs’ün de dâhil olduğu bu bölgenin kutsal kabul edilmesi ve Müslümanlar nezdinde peygamberler diyarı olarak görülmesi denetimin gerekliliğine manevi bir boyut ekliyordu. Osmanlı’nın bölgeye hükmettiği 400 yıl boyunca, büyük ölçüde barışık ve istikrarlı bir dönem yaşayan Suriye, 19. yüzyılda meydana gelen bir takım değişiklerle, Müslümanlar ve Müslüman olmayan kesimler arasındaki ilişkilerde önemli farklılaşmaya sahne oldu. 1830-1860 yılları arasında özellikle Avrupalılarla ticaretin yol açtığı ekonomik ve politik gelişmeler, Müslüman olmayanların statüsünün yükselmesine yardım ederken, tüm ekonomik eğilimler onların çıkarına hizmet etmeye başlamıştı. Bu da yetmezmiş gibi, Osmanlı’daki reform hareketlerinin gayrimüslim kesimleri daha fazla kayırması, Müslüman çoğunluk arasındaki huzursuzluğu zirveye çıkardı. 1839’da ilan edilmiş olan Gülhane Hattı Hümayunu ile Osmanlı Sultanı’nın din farkı gözetmeksizin bütün Osmanlı tebaasına yasal eşitlik tanıyacağı ve Mısırlıların Hıristiyanlara tanıdıkları ayrıcalıkların aynen süreceği ilan ediliyordu. Daha sonraki yıllarda, ortaya çıkan 1856 Tanzimat Fermanı ise tüm kesimler arasında hukuki olarak tam bir eşitliği öngörüyordu. 1838-45 yıllarında ortaya çıkan mezhep temelli Maruni-Dürzi savaşlarına bu kez de din temelli Müslüman-Dürzi ve Müslüman-Hıristiyan çatışması eklendi.
Etkisi ticari alanla sınırlı kalmayan Avrupa, bölgedeki Hıristiyanlarla girilen yoğun ekonomik ilişkiler, bir yandan siyasi alandaki etkilerini gösterirken, diğer yandan kurulan yabancı okullar eliyle de birçok yeni fikrin doğmasına zemin hazırlıyordu. 1866’da Suriye Protestan Koleji (Syrian Protestant College), yeni bir aydın sınıfının doğuşunu beraberinde getirdi. Nazif Yazıcı, Butros Bustani ve Abdurrahman el-Kevakibi gibi aydınlar, sadece batının değil kendi edebi miraslarının da farkına vararak Arap rönesansının temelini hazırladılar. Amerikan himayesinde 1847 yılında Suriye ve Beyrut’ta Arap Edebiyatçılar Derneği’nin (Cem’iyet El-Fünun ve’l-Ulum) kurulması ile başlayan Arap milliyetçi hareketi, daha çok dini azınlıklar arasında yer alan Hıristiyan Araplar tarafından büyük rağbet gördü. Çünkü Müslüman çoğunluk peygamber ümmetine inanıyordu ve bugün olduğu gibi dün de milliyetçiliği inkâr ediyorlardı. Gayrimüslim tüccarların ve misyonerlerin finanse ettiği bu kolejlerde Arap kültüründen çok, Suriye, Lübnan gibi ülkelerin İslam öncesi tarihlerine önem verilmesi ve ayırt edici bir özellik olarak sürekli dil ve kültür üzerinde durulması da bunda etkili oldu. Siyasi alanda faaliyet gösteren resmi ve gayrı resmi onlarca derneğin o dönemde bir nevi Osmanlı’yı parçalamak adına ortaya çıkarılan milliyetçilik hareketlerinin Balkanlar’da etkili olmaya başlaması ki, öncesinde ilk olarak Yunanistan, 1828-1829 Osmanlı-Rus Savaşı'nı kaybeden Osmanlı, 1829 yılında Rusya'yla imzaladığı Edirne Antlaşmasıyla Yunanistan'ın bağımsızlığını kabul etti. Daha sonra Temmuz 1832'de Yunanlar adına müdahale etmiş olan Avrupa'nın üç büyük gücü ile imzaladıkları İstanbul Antlaşması ile bağımsız Yunanistan'ın sınırlarını ve statüsünü garanti altına almışlardı. Böylece Yunanlar, Osmanlı idaresi altında bağımsızlık kazanan ilk millet olmuştu. Arap milliyetçiliği temasını işlemesi ve Arapların Osmanlı’dan üstün olduğu düşüncesi yaymaya çalışmaları ile Fransızların Katolikler, Amerikalıların Protestanlar arasında başlattıkları faaliyetler filizlerini verdi ve İngilizlerin, Almanlarla yaşadıkları rekabet nedeniyle Osmanlı Devleti’ni ortadan kaldırma, merkezi Hicaz olan Arap imparatorluğu kurma teşebbüsleri de buna eklenince bölge, tam bir kargaşa içine düşecekti.
Alman-İngiliz rekabetinin yol açtığı 1. Dünya Savaşı, bölgede İngiliz yönetiminin oldubittilerine zemin hazırlamıştı. İngilizler, Suriye’nin büyük bir bölümünü 1916 tarihli Sykes-Picot Anlaşması’yla Fransızlara bırakarak, Filistin bölgesinde de bir Yahudi milli devletinin kurulması için hazırlıklara çoktan başlamışlardı. 1920 yılında toplanan San Remo Konferansı’nda İngiltere ve Fransa, Arap dünyasını Sykes-Picot Anlaşması’na göre bölme sürecini hayata geçirdiler. Müttefikler, söz konusu bölgede dört ayrı bağımsız devlet kurdurdular. Bunlardan Suriye ve Lübnan Fransa’nın kontrolüne verilirken, Irak ve Filistin ise İngiltere’ye kaldı. Fransızlar, Filistin’i ikiye bölerek Ürdün isimli bir devlet oluşturdu. Britanya ve Fransa’nın çıkarlarına göre çizilen Ortadoğu sınırları, bu kolonyal dönemin doğal bir sonucu olarak, tarihi temel ve sosyal gerçeklikten çok uzak bir zemine oturtulmuştu. İngilizlerin desteğiyle ve İngiliz Manda’sını kabul etmesi şatıyla başa getirilen Faysal, 1918 de Şam’ı işgal ederek kendini Suriye Kralı ilan etti ancak, 1920 de Fransızların Şam’ı işgal etmesiyle Londra’ya kaçtı. Sonrasında, özellikle 1945’de biten ikinci Dünya Savaşı’nın ardından yayılmacı Sovyet Politikasıyla kavrulan dünyadan Suriye de nasibini aldı ve Josef Stalin’in çabaları Sovyetlerin Akdeniz’e açılma planı çerçevesinde Arap dünyası üzerinde etkili olmaya başladı.
Lazkiye'nin Kardaha şehrinde, dünyaya gelen Baba Hafız Esad, 1955'te Humus Askeri Akademisini pilot subay olarak bitirdi. 1958'de havacılık eğitimini geliştirmek için SSCB'ye gönderildi. Baas Partisi'nin askeri kanadında kilit bir görev üstlendi ve 1963'te gerçekleştirilen darbede önemli rol oynadı. 1965'te Hava Kuvvetleri komutanlığına getirildi, ardından Şubat 1966'da savunma bakanı oldu. 1969–1970 yılları arasında Baas Partisi'nin sivil ve askeri kanatları arasında baş gösteren iktidar mücadelesinde etkin biçimde yer aldı. Bu çatışmayı doruğa çıkaran Ürdün'deki iç savaşa müdahalenin ardından, 13 Kasım 1970'te kansız bir darbeyle iktidarı ele geçirdi.
Mart 1971'de yapılan halk oylamasıyla devlet başkanı seçilen Esad’ın oğlu Beşar Esad 1965'te Şam'da dünyaya geldi. Şam Üniversitesi'nde tıp eğitimi aldı. 1988'de tıp fakültesinden mezun olmasının ardından askerî tabip olarak Suriye ordusunda görev yaptı. Daha sonra İngiltere'ye gitti ve Londra'da oftalmoloji ihtisasını tamamladı. Abisinin 1994'te yaşamını yitirmesinin sonrasında Esad, ailesinin en büyük oğlu olarak Suriye'ye döndü. Bu dönemde eğitimle ilgili çeşitli toplumsal sorumluluk projelerini örgütledi. 2000 yılında üst düzey bankacı Esma Ekras'la evlendi. Aynı yıl babasının ölümüyle boşalan Cumhurbaşkanlığı makamınaseçildi.
Suriye coğrafyasının yaklaşık 6000 yıllık tarihini kısaca irdeledikten sonra bölge üzerinde oynanmak istenen oyunlarda Avrupa’nın hegemonyası altında olan ve ilk başta bahsedilen doğu-batı, kuzey-güney eksenindeki genişleme hareketlerinde, geçiş yolu üzerinde bulunan Suriye, Doğu Avrupa’yı temsilen Sovyetlerin yanında yer alıyordu.
Komünist emperyalizmin savunucusu Sovyetler Birliği’nin, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Stalin’le başlattığı genişleme politikasına karşılık, kapitalist emperyalizmi savunan ABD’nin, ülkeler üzerindeki ekonomik işgal politikası neticesinde Avrupa devletleriyle anlaşabilmesi bir hayli zaman aldı. Tıpkı yüz yıl önce parçalanması gereken Osmanlı İmparatorluğu’nun İngiltere, Fransa, İtalya ve Almaya arasında paylaşılamaması gibi. Bir yanda ABD, bir yanda SSCB arasında kalan Avrupa, maden işçilerini bahane edip sonradan adı Avrupa Birliği olacak olan AET’yi kurdu ve ABD’yi Avrupa üzerinde oynamaması için bir nevi ikna etti. Ancak, temelinde Evangelizm öğretisi olan ABD, Ortadoğu üzerindeki emellerinden vazgeçmeyip Arapların başına bela edeceği İsrail Devletini kurdurmuştu bile.
Sovyet yayılmacılığına karşılık, Amerika Birleşik Devletleri’nin önceleri Akdeniz Bölgesindeki Yeşil Kuşak Projesi, sonrasında da Büyük Ortadoğu ve Büyük Asya Projeleri devreye sokuldu. 1990 öncesindeki Rusya (Sovyetler Birliği)’nın Akdeniz’e açılmasını engellemek için oluşturulan Yeşil Kuşak’ta, Sovyetler Birliği’nin güdümünde olan Suriye’yi ve Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkarılan Arap İslam Devletlerini kullanamayan ABD, sanki bunun intikamını alıyormuşçasına, BOP çerçevesinde 2001 yılında başlattığı aktif savaş politikası ve sonrasında Arap Baharı olgusuyla, Kuzey Afrika ve oradan doğuya doğru uzanarak Süveyş’in ötesine geçip sırayı Suriye’ye getirdi.
Temelinde, vahşi kapitalizmin Makyavelist felsefesi yatan BOP’nin, bölge coğrafyasından daha fazla devletçikler çıkarıp buraları şehir devletler haline getirerek, yönetimlerini elinde tutup kaynaklarından faydalanmaya çalışmak istemesi de cabasıdır. Büyük dede Rothschild'in 1800’lü yıllarda söylediği “dünyadaki devlet sayısını bine çıkarsak, o zaman egemenliğimizi on bin yıl uzatırız” demesi de bu projenin temelini oluşturmuştur. Bu çerçevede önce Suriye’nin, sonra İran ve Türkiye’nin de bölünmek istenmesi de kaçınılmaz görünüyor. Birkaç ayda bitirilmesi gereken Arap Baharı planı neredeyse birkaç yılı buluyor. Çünkü, tarihi gelişimi itibariyle direnişe dayanıklı bir ülke ve temelinde büyük imparatorluklar kurmuş milletlerin kültürü olan Suriye, dini, ticari ve siyasi açıdan stratejik öneme sahip olduğunun farkında olarak, kendi iç çatışmalarıyla yıkılmaması gerektiğini biliyor ve kendi stratejik planlarını uygulayarak direnmeye devam ediyor. Teknolojisi ve imkânları yetersiz olan bu devlet, ancak bir dış müdahaleyle yıkılabileceğinin ve bunda da başrolü, bu iktidar sayesinde ABD’nin maşası olan Türkiye’nin oynayacağının farkında olarak Kuzey Afrika ülkelerinin olduğu gibi Bedevi Kültüründen gelmediğini, binlerce yıldır oluşan bir devlet geleneği içinde olduğunu da ispatladığını ortaya koyuyor.
Suriye'nin liderliğine geldiğinde, reformcu kişiliği nedeniyle kendisine "Umut" lakabı takılan Beşar Esad’ın bu imajı, 2011 yılının mart ayında ülkesinde başlayan olaylarla sarsılmış olsa da, gerek yetiştiği Sovyet sisteminin etkisi gerekse Britanik eğitimli Esad, farklı etnik topluluklardan ve farklı mezheplerden oluşan, kandırılmış insan topluluklarının başkaldırılarında, devletin gücünü göstermek adına zor kullanarak bertaraf etmesi gerekiyor.. Unutmayalım ki devletler, siyasi bütünlüklerini korumak için her türlü başkaldırının üzerine güç kullanarak gitmişlerdir. Bu tarihte olduğu gibi bugün de böyledir. (özk)