Tasavvuf, Kişinin Allah’ı ve kendini tanıma ve Allah yoluna adama sanatıdır. Tasavvuf ehlileri kendilerini dünya meselelerinden uzak tutup, genelde uhrevi hayata öncelik verirler. Tasavvufta, ruh beden, nefis ve irade olarak Allah’a tam teslimiyet vardır. Allah’ın razı olmayacağı hiçbir şey uygulama olarak Tasavvuf Ehlinde olmaz. Onun için tasavvuf ehli Kur’an’da Allah’ın ne murat ettiklerini iyi bilmeli ve öğrenmelidir.
Türk tasavvuf tarihinde, Allah rızasını gösteren gerçek Mutasavvıflar (Tasavvuf ehli, önderi) (Hoca Ahmet Yesevi, Mevlâna, Yunus emre, Hacı Bektaş Veli, Hacı Bayram Veli, Şeyh Bedrettin vs.) olduğu gibi, günümüzde nefsini ön plana çıkaran; Allah rızasını gözetmeyen Şeyh, Evliya, Gavs,
Kutup, Abdal, Hızır, Pir, Mehdi, Kırklar gibi adlarda çok sayı ve çeşitte Mutasavvıflar türemişlerdir.
Dinde tasavvuf yoktur. Ama Tasavvuf da dini dışı değildir. İslam şeriatı üzerine bina edilmiş; İslam’ın Kitabı Kur’an’ı Kerimi tefsir ederek hayata uygulanmasıdır. ‘’Ahlaki Kemale erme sanatıdır.’’ Allah, Peygamber, İnsan sevgisi temel gıdasıdır. Tasavvuf Ehlilerine Tarikat Ehli de denmektedir. Tarik, yol demektir. Tarikatta, İslami yol anlamındadır. Kur’an’da Tarikat yoktur. Peygamber döneminde de olmamıştır. Sonradan ortaya çıkışı ve milyonları bir araya getirme işlevi varsa -bana göre- bir ihtiyaçtan doğmuştur. Ve bu ihtiyaç yanlış uygulamalara sebep olsa da zamanımızda da devam etmektedir.
Yukarıda saydığım Türk Mutasavvıflar dönemlerinde, akıl, bilim, ilim, millet birliği ön plana çıkarılarak Anadolu’nun Türkleşmesinde ve Müslümanlaşmasında büyük görevler ifa etmişlerdir. Hiç kimse de bu ehlilere karşı gelmemektedir. Ama zamanla, İnsanların aşırı sevgisi, tarikat mensuplarını çoğaltma ihtiyacı, Mutasavvıflarda olmayan Keramet Uydurmaları; tarikatları gayelerinden uzaklaştırmış, Şeyhler Allah ile Müslümanların arasına girerek, Tevhid İnancı yerini Şirke bırakmıştır.
Bu bir çeşit Evliya ve Putperestlik doğurmuş, her tarikat mensubu kendi şeyhlerine olağanüstü yüklemeler yaparak efsaneleştirmişlerdir. Çok sevdikleri önderlerine aşırı yüceltmeler yaparak insan üstü bir varlık olarak görmeye başlamışlar ve çevrelerine öyle de anlatmışlardır. Öyle ki, Peygamberimiz Hz. Muhammed’in Kur’an’da belirtilen bir mucizesi olmadığı gibi yaşayışında da yoktur. Allah, Peygamberimiz için Resul ve abduh kelimelerini hep yan yana kullanmıştır. Şehadette bile abduhü ve resülüh (kul ve Elçi) diyoruz. O da ben de sizin gibi bir kulum demiştir. Kuru ekmek yiyen, Kureyşli bir kadının oğluyum diye de ilave etmiştir. Diğer Peygamberlerin Kur’an da mucizeleri geçtiği halde Peygamberimizin Kur’an’dan başka bir mucizesi yoktur. O’nun için söylenen mucizelerin hepsi uydurmadır, aslı yoktur. Diğer peygamberlere nispet olsun diye aşırı yücelticiler tarafından uydurulmuştur. (Elini uzatarak Ay’ı ikiye bölmesi, parmaklarından suları akıtması, yemeğinin çoğalması, yağmurun hemen yağması, hurma kütüğünün inlemesi, hadiseleri hepsi uydurmadır.) İsra ve miraç mucizesi ise İsra suresinde geçmektedir. Fiziki mi rüya alemi mi olduğu tartışılmaktadır.
Diğer Peygamberlerde görülen, Tabiat kanunlarına uymayan olağanüstü durumların; adı geçen Peygamberin kendi üstünlüğünden değil, Allah’ın yarattığı olağanüstü durumu peygamber yapmış gibi gösterilmesidir. Yoksa bir kul olan Musa Peygamberin asasını vurarak Kızıldeniz’i ikiye ayırması mümkün değildir.
Peygamberimize bile verilmeyen bu olağanüstü gücün, Mutasavvıflara verilmiş olması ve keramet olarak adlandırılması, Allah’ın vermediği bir olgunun müritler tarafından yakıştırmasından başka bir şey değildir. Önder olan kişi yaşarken bu olayı duyup müdahale etmemiş, yalanlamamışsa O da şirktedir. Nefsine uyup büyük günah işlemiştir. Bu durum kişiyi İlahlaştırmadır. Hele Allah’a ulaşmak için şeyhi araya koyarak onun aracılığı ile Allah’la rabıta kurmak, akıl tutulmasıdır. Ayet apaçık ortada dururken (Kaf suresi 16. Ayet: Ben size şah damarından daha yakınım.) Şeyh’ten tasarruf, Himmet beklemek, Allah’a güvenmemektir. Büyük günahtır.
Kur’an akli mucizedir. Hissi mucizeyi kabul etmez. Böyle olduğu halde, hala evliya menkıbeleriyle düşüp kalkan geniş bir kitle var. Bu kitle siyasi liderlerde bile keramet arar duruma gelmiştir. Devletlerin kurulması yıkılması, savaşların kazanılması, hastalara şifa dağıtılması, bolluk ve kıtlıkların oluşumu, tabii afetlerin oluşumunu, Kutupların, Gavs’ların manevi duruşlarına bağlayanlar ortalıkta cirit atmaktadır. Bunlar, bir virüsle dünya insanlığı ölürken ne aşı bulmuşlar ne de ilaç. Hatta birçoğu başkalarına şifa dağıtırken; kendileri Korona salgınında korunamayıp ölmüşlerdir. Bu durum sapkınlıktır. Mübalağa yapayım derken dinden çıkmaktır. Allah’a eş koşmaktır.
Bazı grupların parapsikolojik olarak veya ilmi tecrübe ile vücuduna şiş batırması veya ateşte yürümesi İlahi bir lütuf bir keramet değildir, karıştırmamalı.
Güzel bir duygunun İnsanın kalbine bir ilham olarak gelmesi, Rahmani bir rüya görmesi, bir Müslümanda bir insanda rastlanılan durumlardır. Bazılarının öleceği anı sezmesi keramet değil, sezgidir. Sezgi her insanda rastlanılan bir durumdur.
Yesevizade’nin / Kur’ani milliyet Telakkisi’nde belirttiği gibi Özetle: Gerçek tasavvuf da Keramet, sıratelmustagim (Doğruluk) üzere olmaktır. Kur’an’ın inişiyle insanlık tarihinde, mucizeler, kerametler devri sona ermiş, akıl ve ilim çağı başlamıştır ve Allah’ın beşer tarihine son müdahalesi de Kur’an’dır. Bundan böyle insanoğlu -tabir caizse- "kaderini" kendi ellerine almış, Allah’a karşı mesuliyeti de o nispette artmıştır.