Malum fotoğraf ve muhalefetin açılımı
Devlet denen şeyin bileşenlerinden birisi de 'muhalefet'dir.
Dolaysıyla muhalefet demek; sadece beklenen gün geldiğinde iktidar olacağı hayalini kuran, bunun dışında hiç bir şeyden sorumlu olmayan kurum demek değildir.
Muhalefetin en büyük görevi; iktidarı denetlemenin yanında ülkenin mevcut şartlarına ilişkin çözümleyici argümanlar geliştirip, adeta gölge iktidar şeklinde her türlü takip ve denetimlerini yapar, önerilerini kamuoyuna sunar.
Demokrasiyi içselleştirememiş ama ne yazık ki yine demokrasinin sağladığı imkanlarla iktidara gelmiş olan AKP; geldiği günden beridir her geçen gün demokrasiyi değil, devlet denen şeyin kendileri demek olduğunu içselleştirdiler. Muhalefetin bırakın denetleyici misyonunu, varlığına bile tahammül edemiyorlar. Yani muhalefeti tanımlamak için "illet, zillet" gibi kavramları kullanıyor olmaları aynı zamanda anti-demokratik tek adam zihniyetini, yani kendilerini tarif etmiş oluyorlar.
Hükumet olarak bir halt işlerler sonucu kötü olunca "Ne yapalım, o bir devlet kararıydı" derler, sonuç olumlu olunca da; Cumhuriyet'in kurulduğu ilk yıllara kadar giderler, cumhuriyet kazanımlarını küçümseyerek cahilce kıyas yapıp, elde ettikleri sonuçlarla övünürler. Bunların içinden "Atatürk niçin interneti getirmedi?" diyenlere bile rastlarsanız hiç de şaşırmayın, artık bu cehalet onların genel hali oldu gibi.
AKP; açılım süreçleri ile PKK inisiyatifine terk ettiği şehirlerimizde PKK; şehir yapılanması (KCK) ile adeta özerklik ilan etmişti. Mahkemeler kurup, vergiler toplayarak şehir merkezlerinde trafik denetimi yapıp sözde asayişi sağlıyordu.
PKK'ya tanınan bu inisiyatifi savunan en yetkili hükumet sorumlusu "Valilere talimat verdim, onlara elleşmeyin. Bir süreç başlattık, akamete uğratmayın" derken "Devlet benim" duygusu içinde, hesap verme endişesi taşımadan konuşuyordu. Sanki "Mal da benim, mülk de benim; kime hesap verecekmişim" öz güvenine sahip olarak konuşuyordu.
Onların bir ağlak adamları ise; "Artık Öcalan'ın isminin başına "Sayın" sıfatı konabilecek" derken aynı zamanda PKK'ya tanıdıkları bölge hakimiyetini de tarif ederken "PKK'lılar askerlerimizin önünden zafer işareti yaparak geçiyorlardı" diyordu.
Daha neler neler; sınırda çadır mahkemeleri kurarak teröristlerin ayağına gidildi. Yargılama sırasında teröristler gördüklerinde tahrik olmasınlar diye Türk bayrağı ve Atatürk posterlerini kaldırdılar. Mahkeme teröristlere adeta yalvarır gibi "Siz pişman olduğunuz için teslim oldunuz tamam mı? İfadenizi böyle verirseniz devletin şefkatli kolları size kucak açacak" deniyordu. Ancak PKK'lılar "Hayır, pişman değiliz. Biz önder Apo'nun talimatı gereği barış adına burada bulunuyoruz" diyorlardı.
Peki PKK'ya tanınan bu alan hakimiyeti inisiyatifi nelere maal oldu? Sadece kazılmasına seyirci kalınan, göz yumulan hendeklere sığınmış teröristleri oralardan çıkarmak için verdiğimiz şehit sayısı 800 civarındadır.
Tabi, bugün bunları AKP'ye; daha sonraki süreçte yeni birleşeni MHP'ye hatırlattığımızda hiç sorumluluk almayarak; "O bir devlet kararıydı" gibi insafa sığmayan arsızca bir cevabı verebiliyorlar. Muhalefeti suçlamak için muhalefetten her kim olursa olsun; anasından düştüğü andan itibaren geçmişinden sorumlu tutulurken kendilerinin takıldıkları, çuvalladıkları her durumda sorumluluğu devlete yıkıyorlar.
Şimdi esas söylemek istediğime gelince; madem ki muhalefet de devletin bir bileşeni; öyleyse AKP'nin düşünüp de uygulamaya koyduğu ama kendisinin rezil rüsva olduğu, devletin de başarısız kaldığı açılım süreçlerinin benzerini muhalefet kan dökülmeden, devlete zarar vermeden yapmayı deneyemez mi.
Dolayısıyla, Demirtaş'ın bir kitabı üzerinden tiyatroya uyarlanmış gösteride; CHP ve HDP Genel Başkan eşlerinin şahsında bazı siyasi kimliklerin bir araya gelip gösteriyi izlemiş olmalarını; kan dökülmeden iç barışın sağlanmasına yönelik bir gayretin resmi olarak görmek lazım.
Bu verilen resimler sayesinde pekala; CHP üzerinden sağlanacak diyalog ile HDP'ye kazandırılacak öz güven; PKK ile kendisi arasına mesafe koyma güven ve cesaretini verebilir.
Peki Cumhur İttifakı bundan niçin rahatsız oluyor? Çünkü Cumhur İttifakı'nın her iki bileşeni de; demokrasimize çelme taka taka attıkları gollerin bir benzerini, bizatihi Türk milletine oldu bittilerle dayatmış oldukları sistem sayesinde artık mümkün olamayacağına kanaat getirmiş durumdalar. Cumhur İtifakı, hiç bir şart altında kendilerine yönelmeyecek HDP seçmeninin oylarının muhalefete de gitmesini istemiyorlar. Dolayısıyla, muhalefetin kendi inisiyatifinde, çatışmasız olarak ortaya koyduğu "Açılım" için verdiği toplu tiyatro izleme fotoğrafını; Taksim meydanında yapılmış toplu katliam gibi görüp, okumaya çalışmak; aslında "Cumhur İttifakı'nda kaybetme kokusunun yarattığı panik halidir" diye düşünmek mümkün.
Devletin bir birleşeni olan hükumet denedi; eline yüzüne bulaştırdı, başarısız oldu. Şimdi aynı şeyi farklı usulle muhalefet deniyor olamaz mı? Şans vermek, desteklemek lazım. "Benim iktidar olmadığım Türkiye'den bana ne" hissiyatı içinde muhalefetin olumlu çalışmalarına dair görüntülere kin ve öfke kusma tavrı Orta Doğu bataklığını ve istikrarsızlığını besleyen kültür anlayışıdır ki; asil Türk milleti bunu hak etmiyor.
Benim o malum fotoğraftan anladığım; kan dökülmeden, Türk milletinin ayrılamaz birleşeni olan Kürtleri; PKK suistimalinden yine siyasetin gücünü kullanarak kurtarmaya matuf muhalefetin geliştirip, uygulamaya koyduğu "Açılım" olmasıdır. En azından böyle olması benim bir temennimdir.
Asil Türk milletinin mayasındaki formül
Asil Türk milletinin mayasındaki formülü tutturan iki önemli unsur; İslam ve Türklük.
Siyasal İslamcı ve "Memur" milliyetçi malum iki ismi kim veya kimler bulup buluşturup yan yana getirdiyse; birisine İslami değerleri ve ona bağlı doğal refleksleri, diğerine ise Türklük değerlerini ve ona bağlı doğal refleksleri iğdiş etme misyonunu yüklemişler sanki.
Birisi siyasi ikbali için ısmarlama fetva ile "Hayır işleri için rüşvet vermek caizdir" der. Ya da; "Devletin kamu adına aldığı veya verdiği faiz caizdir" fetvasını ısmarlar.
Diğeri ise milliyetçiliğini yaptığı şerefli Türk milletin adını ayakları altına alanla hesaplaşmayı değil, onunla dost olmayı tercih eder, onu da yeterli görmeyip uzun vadede sadakatini ilan eder. Veya her sabah küçük yürekleri ile heyecan dolu şekilde andımızı okuyup, Türklüğünü hissederek derslerine başlayan çocuklarımıza bunu çok görüp mani olur.
Ve nihayetinde; bu iki isim beraber olup, siyasi ikballeri için hiç bir siyasi lider ve hükümetin muhatap almadığı teröristi, katili TC Devleti adına muhatap alarak, kendi ağzından ısmarlama mektup yazdırıp, himmetine sığınarak yardım dinlenmek gibi bir acziyeti de ortaya koydular.
Bu hatları edenlerin yan yana gelmiş üç-beş kadının resmini tartışması ne kadar komik değil mi?
Yahu siz seri katliamların sorumlusu terörist ile beraber belgeye dayalı iş tutarken; yine onun bir benzerini milletin televizyonunda şeref konuğu yaparken; hangi yüzle belki de kadın elinin değmesi ile umut ve barış adına ortak bir sinerji oluşturma umudunun resmini katliam meydanından bir resim karesi gibi verirsiniz.
Boşuna uğraşmayın. Yapageldikleriniz bundan sonra yapacaklarınızın teminatı olup artık istediğiniz yere sürüklenen istediğiniz ahmaklar değiliz. Algı mühendislerinize söyleyin s..tir olup gitsinler; zira onlara bir ihtiyacınız kalmadı.
Tanrı Türkü korusun ve yüceltsin.
Camide engelli cemaate zulüm devam ediyor
Bugün cuma namazında; oldukça yaşlı ve aynı zamanda felçli bir amca oturduğu taburenin kırılması sonucu aniden düştü ve şok hali yaşadı.
Oysa bu tabureyi koyup, oturarak namaz kıldığı yerde, cami yapılırken düşünülmüş olan; aynı anda on veya on beş engelli kişinin namaz kıldığı uzun ve sabit tabure vardı.
Bu sabit oturaklar; kilisedeki sıraları andırıyor diye sadist ve yobaz ruh hali camilerden söktü attırdı. Sadist ve aynı zamanda yobaz softa adam sözüm sana; kiliselerde kapı var, pencere var, duvarlar var. Bunlar camilerde de var. Şimdi camileri çadıra mı dönüştüreceğiz?
Yani biz engellilerin müşkül durumunu dikkate almadan; adeta "Hepiniz de kırık dökük insanlarsınız. Burada ne işiniz var, göz estetiğini de bozuyorsunuz. Namazınızı evinizde kılın" diyerek; "Ya bunu yapacaksanız ya da düşüp kolunuzu, bacağınızı kıracaksınız" diyorlar.
Esas üzüldüğüm; bu amcaya ayağa kalkması için yardim ettim ve kendisine "Burada sabit oturak olsaydı düşmezdin değil mi? Mağduriyetini Diyanet'e yaz, niçin sabit oturakları kaldırmışlar" deyince; amcanım bana teşekkür etmesini beklerken "Bırak şimdi canım" diyerek Diyanet'e sahip çıktı. Amcanın koltuk değneğini kafama patlatmadığına şükür ederek camiden çıktım.
Sonra düşündüm; aklın ve mantığın sokulmadığı hatta kovulduğu; cehaletin ve mantıksızlığın davet edilip, aydının saygı görmediği, ondan korkulduğu cami bildiğimiz mekandan "Akıl dini İslam'a" göre alacağım ne olabilir ki?
Bu kararda irade sahibi hangi kuş beyinliler ise; muhtemelen engelli değiller ki engelli ve engelsiz cemaatin aynı safta beraber namaz kılmaları durumunda fiziksel zorlukları ve saf estetiği görünümünün hesabını yapamamışlar.
Şöyle ki; engelli birisi tabureyi ayak çizgisine koyduğunda safın hizasında olamıyor öne çıkıyor, kendisi saf hizasında dursa bu sefer de oturacağı tabure arka saftaki cemaatin secde yapacağı yere denk geliyor. Velhasıl eğik, bükük bir saf oluşuyor.
Bugün hutbeden önce imam bu sıkıntıya dikkat çekerek; engelli cemaate ceza kesmesi için engelsiz cemaate yetki vererek; "Eğer senin secde edeceğin yere tabure konursa altından çek al" dedi. Resmen engellilere "zulüm edin" der gibiydi...