Arap dil ve kültür emperyalizmi altında kalan asil milletim; Türk olmaktan ve Türküm demekten uzaklaştırıldı.
Osmanlı bürokratlarının, şu enteresan Türk yaklaşımlarına bir bakalım:
Türk; Baki’ye göre, kabaydı…
Türk; Hafız Çelebi’ye göre, baban bile olsa öldürülmesi gerekendi
Türk; Sadrazam Kuyucu Murat’a göre, başı vurulması gerekendi. Kuyucu Murat, Türk değildi.
Türk; Aksaraylı Kerimettin Mahmut’a göre, hunhar köpekti, melundu.
Türk; Merzifonlu Seyyit Abdurrahman Eşref’e göre, eşsiz bir gaddardı.
Türk; Gelibolulu Mustafa Ali’ye göre, pasaklıydı, çirkindi.
Türk; Taşlıcalı Yahya'ya göre, soyu kuruyasıca idi…
Türk; Büyükelçi Moralı Çuhadır Ahmet'e göre, hayvandan farkı olmayandı…
Türk; Tokatlı Nuri'ye göre, şehir dili bilmez hayvandı.
Türk; Şeyhülislam Nemrut Mustafa Sabri'ye göre, tiksinti duyulandı.
Türk; Vahdettin'e göre, dini, soyu sopu, yurdu belirsiz, cahiller sürüsüydü…
Ya Mustafa Kemal Atatürk’e göre TÜRK neydi? “BİR TÜRK CİHANA BEDELDİ.
Osmanlı torunuyuz diye ortada dolaşanlara kısa bir hatırlatma:
Osmanlı da, Ermenilere, Araplara, Rumlara ne denirdi biliyor musunuz?
Ermenilere, “Millet-i Sadıka” Sadık millet.
Araplara, “Kavm-i Necip” Seçilmiş kavim.
Bunca aşağılanma, horlanma ve ötelenme ezikliğinde; Türk, kendini nasıl görüyordu?
Türk'ün hali hakkında, bakın Şevket Süreyya Aydemir ne anlatıyor:
“İlk ders beni şaşırtmıştı. Bu bölük, o zamanki milletin bir parçasıydı. Hepsi de Anadolu köylüleriydi. Biz Anadolu köylüsünü dindar, mutaassıp bilirdik. Hâlbuki bu gördüklerim sadece cahildiler.
Fakat asıl şaşkınlığım ikinci derste oldu. Daha ilk sual cevaplarda anlaşıldı ki, bu askerler yalnız hangi dinden olduklarını değil, hangi milletten olduklarını da bilmiyorlardı.
“Biz hangi milletteniz?” deyince her kafadan bir ses çıktı: “Biz Türk değil miyiz?”' deyince de hemen, ‘Estağfurullah' diye karşılık verdiler. Türklüğü kabul etmiyorlardı
Hâlbuki biz Türk'tük. Bu ordu Türk Ordusu'ydu. Türklük için savaşıyorduk. Asırlarca süren maceralardan sonra son sığınağımız ancak bu Türklük olabilirdi. Öyle ki bunlara göre de Türk demek “Kızılbaş” demekti”
Falih Rıfkı Atay’da şöyle anlatıyor: “Kendime ilk defa ne zaman ‘Türk' dediğimi pek hatırlamıyorum. Bizim çocukluğumuzda ‘Türk', kaba ve yabani demekti. İslâm ümmetinden ve Osmanlı idik. İlmihallerde baş dersimiz ‘din ile milliyetin bir olduğunu' öğrenmekti.
‘Vatan' sözü yasaktı. Onu ben büyüyüp de Namık Kemal'i okuduğum günlerde kitapta gördüm. Kulağımla ancak Meşrutiyet'te duydum.
Biz padişah kulları idik!. Okul çıkışlarında her akşam sıraya girer, ‘Padişahım çok yaşa' diye bağırırdık…” Bağırmakla da Padişahın çok yaşamadığı görüldü.
Bu acı gerçekleri gören ve yaşayan Osmanlı’nın son kuşağı M. Kemal, bu acınası algıya bir nokta koymak, Türkü olması gereken yere taşımak amacıyla: 23. Mayıs. 1928’de 1312 sayılı TÜRK VATANDAŞLIĞI KANUNUNU çıkarttı.
Böylece: “Edraki bi idrak” anlayışsız Türkler algısını da yıktı.
Oysa Atatürk’e göre Türk; Kasırgaydı, yıldırımdı, dünyaya bedeldi, dünya medeniyetini yazan ve aydınlatan güneşti.
Ey Türk oğlu Türk! Elbette Osmanlı’da bizim ceddimiz, kabahati ve sevabıyla bizim. Ancak; Osmanlı ile Cumhuriyetin Türk’e bakışı farklıydı.
Biz Osmanlı torunuyuz diyenlerin beyin altlarında başka bir hinlik var. Güya biz Türklerin: "TÜRK” değil “RUM” olduğunu ima etmeye çalışıyorlar. “Türk bir ırk değil sentezdir.” diyenlerin şuur altında da bu algı var.
Onun için andımızda söylenen: “Türküm, doğruyum, çalışkanım” sözleri bir çığlıktı, haklı bir isyandı.
Ne mutlu Türküm diyene! Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur. Onun içindir ki, Harbiye marşı: “Yıldırımlar yaratan bir ırkın ahvadıyız” diye başlar.
Esen kalınız...