2019 Yılı, 19 Mayıs 1919’da Atatürk ve bir grup silah arkadaşının Samsun’a çıkarak Milli Mücadele’nin ilk meş’alesini yaktıkları ve kuvva-i milliye ruhunu uyandırdıkları olayın 100. yıldönümüdür. Balkan Savaşları ve I. Dünya Savaşı sonunda vatanı parça parça ellerinden alınmış, orduları dağıtılmış, kalan bir avuç toprağı da müstevlilerce işgal edilmiş, istiklâl umudunu kaybetmiş ve bekasını kaybetme korkusuna düşmüş Türk milletinin, küllerinden yeniden doğuşunun başlangıç noktasıdır. İstiklâl Harbi’nin sonunda yeniden bağımsızlığını kazanan ve Osmanlı Devleti’nin enkazından Türkiye Cumhuriyeti gibi yeni bir devletin vatandaşı olan Türk milleti, yüz yıl sonra bugün de bekasını kaybetme tehdidi ve tehlikesiyle karşı karşıya bulunmaktadır.
İstiklâl Harbi’ni kazanan Atatürk ve onun askeri ve sivil kadrosu, Tanzimat’tan sonra başlayıp II. Meşrutiyet’ten sonra bütün aydınlarımızı kuşatan Türk Milliyetçiliği fikrini benimsemişlerdi. Namık Kemal, Mehmet Emin Yurdakul, Ömer Seyfettin, Yusuf Akçura ve Ziya Gökalp’i okumuşlardı. Hepsi Türk Milliyetçisi idiler. Büyük Atatürk “Türklük, benim en derin güven duyduğum, en derin övünç dayanağımdır. Doğuşumdaki tek olağanüstülük, TÜRK olarak dünyaya gelmemdir.
Biz doğrudan doğruya milliyetçiyiz ve Türk Milliyetçisiyiz. Cumhuriyetimizin dayanağı Türk topluluğudur” diyerek bu konudaki tavrını açıkça ortaya koymuştur. Türkiye Cumhuriyeti devleti, üniter yapıda milli bir devlet olarak kurulmuştur.
Anadolu üzerinde hesapları olan uluslararası güçler ve Osmanlı Devleti’nin yıkılmasıyla menfaatleri haleldar olan gruplar, kuruluşundan itibaren bu milli devleti yıkmak için çeşitli girişimlerde bulunmuşlardır. 12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra 2. Cumhuriyetçiler, Neo Osmanlıcılar (Yeni Osmanlıcılar), Siyasal İslamcılar ve bölücü Kürt siyasetini savunanlar Türkiye Cumhuriyeti’nin milli ve üniter yapısını değiştirmek için işbirliği yaptılar. Bugünün değerlendirilmesi için,. dün yapılan bu işbirliğinin yol haritasını iyi bilmek gerekir. Bu yol haritasının temel noktaları şunlardı: “Asker ve sivil bürokrasinin devlet üzerindeki egemenliğine son verilmeli; ordu sivil otoritenin emri altınada olmalı ve küçültülmeli; I. Cumhuriyet’in mağdur ettiği Kürtlerin ve İslamcıların haklarına sahip çıkılmalı; devletin din üzerindeki tekeline son verilmeli; kent varoşlarındaki kent yoksullarına sahip çıkılmalı; Anayasa tümden değiştirilip çağdaş ve sivil hale getirilmeli; sivil ve çoğulcu bir hukuk anlayışı oluşturulmalı; yerinden yönetim sağlanmalı, valiler seçimle iş başına gelmeli, yerel yönetimler yerel parlamento statüsünde olmalıdır.”[1]
Yeni Osmanlıcılar, “tarihle barışmak” adı altında Osmanlı’yı yüceltmek, Türkiye Cumhuriyeti devletini kötülemek için tarihi olayları ve şahsiyetleri çarpıtma yoluna başvurdular. Bunlar, yeni devletin üniter yapısını bozarak etnik temellere dayalı bir federasyona çevirmek istiyorlardı. Ayrıca, “Türkiye’nin emperyal bir vizyona sahip olmasını” ve bunun için Osmanlı coğrafyasında söz sahibi olmalarını istiyorlardı. Bunun tezahürlerini, I. ve II. Körfez Savaşları’nda, Irak ve Suriye’nin parçalanma süreçlerinde gördük. Siyasal İslâmcılara göre ise, “Milli devlet miadını doldurmuştu, Kemalizm ömrünü tamamlamıştı ve 21. yüzyılda olmayacaktı.” Bu görüşlerini yıllar önce ortaya koymuşlar ve adım adım bu düşüncelerini gerçekleştirmeye çalışıyorlardı.
Türkiye Cumhuriyeti devletini kendilerine göre yeniden yapılandırmayı düşünen bu ittifak, işbirliği halinde “Türklük, Milliyetçilik, Atatürk, Cumhuriyet” kavramlarını etkisizleştirmek için amansız bir mücadele başlattılar. Bu mücadelede şu meseleleri ortaya attılar.
- “MİLLİYETÇİLİK IRKÇILIKTIR”
Irkçılık; doğuştan elde edilen biyolojik, genetik özelliklere üstünlük tanıyan bir akımdır. Renk ırkçılığı, kafatası ırkçılığı, kan ırkçılığı. Hitler Almanyası’nda Cermen, Stalin Rusyası’nda Slav ırkının üstünlüğü gibi. Türk milleti tarihi boyunca ırkçı olmamış, egemenliği altındaki etnisitelere soykırım ve asimilasyon politikaları uygulamamıştır. Türk milliyetçiliği, milleti, aralarında kültür birliği olan insan topluluğu olarak görür. Kültür; Bilgiyi, dili, imanı, sanatı, ahlâkı, hukuku, örf ve âdeti, ekonomik hayatı ve idealleri kapsayan bir bütündür. Sosyal akrabalık bağıdır. Doğuştan değil, eğitim, öğretim ve sosyalleşme süreciyle kazanılır ve sosyal miras olarak kabul edilir
- “TÜRK, TÜRKİYE’DEKİ ETNİSİTELERDEN BİRİDİR”:
Milliyetçilik düşmanları Türklüğü bir üst kimlik olarak görmezler. Onlara göre, “Türk”, Türkiye’deki 36 etnisiteden biridir ve hepsiyle eşittir, “Türkiye Türklerindir” gibi tezler yanlıştır. Bu kapsamda, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına Türk denilmesi yanlıştır, “Türkiyeli” demek lazımdır. Bu tamamen bölücü bir tezdir. ”Almanyalı, Fransalı, İngiltereli” denmediği gibi, “Türkiyeli” de denemez. Halbuki Atatürk Türk’ü şöyle tarif etmiştir: “Türkiye Cumhuriyeti devletini kuran Türkiye halkına Türk milleti denir.” “Ne mutlu Türküm diyene!” sözü de bu tarifin değişik bir ifadesidir.
- “LAİKLİK, DİNSİZLİKTİR”:
Laiklik ilkesinin kabulüyle toplum hayatındaki etkinliklerini kaybettiğini düşünen bazı din adamlarının ve onların etkisindekilerin iddiasıdır. Bu kişiler, hutbeleri Türkçe okutarak, Kur’an’ın mealini ve tefsirini yaptırarak,hadisleri tercüme ettirerek Türk milletinin dinini anlamasını ve bilinçli Müslüman olmasını isteyen Atatürk’ü dine karşı olmakla itham etmişlerdir. Atatürk ise “Laiklik, sadece din ve dünya işlerinin birbirinden ayrılması değil, bütün yurttaşların vicdan, ibadet ve din hürriyetlerini güvence altına almaktır. Laiklik dinsizliktir diyenler, dinde nifak çıkarmak isteyen fesatçılardır” demiştir.
- “TÜRK MÜSÜN, MÜSLÜMAN MISIN?”:
Türklüğü etkisizleştirmek için oluşturulmuş haince bir sorudur. Pir-i Türkistan Hoca Ahmet Yesevî’ye “Müslüman mısın?” diye sormuşlar. “Elhamdülillah Türk’üm, Müslümanım” demiş. “Neden Türklüğü katıyorsun, biz dinini soruyoruz” demişler. O da şöyle cevap vermiştir: ”Din seçim, Türklük kaderdir” demiş. Türklük ve Müslümanlık biri birbirinin zıddı değil, bütünleyicisidir. Biri dini kimlik, diğeri milli kimliktir. Biri vicdani, diğeri tarihsel, kültürel ve sosyal zeminde kendisini ortaya koyar. Din, hayatımızı etkileyen diğer birçok kültürel öğe gibi, tamamıyla bir tercihtir ve tercihlerin zaman içinde değişmesi mümkündür. Ama milliyetinizi asla değiştiremezsiniz. Anlaşılacağı gibi, din kültürel bir öğedir. “Türk Milli Kültürü” deyince, bunun içine “din” de girmektedir.
Milleti millet yapan öğeler içinde “din birliği”ni sayarsak, aynı milliyete mensup farklı din mensuplarını veya dinsizleri, bu millet dairesinin dışında tutulmak. Mesela konuya Türkler açısından baktığımızda, Şaman, Musevi, Budist, Hristiyan, putperest veya dinsiz Türkleri, Türk milleti dairesinin dışında tutmamız gerekir. Moğolistan ve Çin gibi ülkelere yakın yerlerdeki Türkler arasında az da olsa Budizm’e ve diğer dini inançlara mensup olan Türkler de vardır. Bugün Azerbaycan’da bile Musevilik dinine mensup olan Karaim Türkleri yaşamaktadır. Moldova’daki Gagavuz (Gökoğuz) Türkleri ise Hristiyan’dır.
- “ALLAH YERİNE 'TANRI' DEMEK GÜNAHTIR”:
Siyasal İslâmcıların bir iddiası da, “Allah“ sözünün İslâmi, “Tanrı” sözünün ise İslâmi olmadığıdır. Halbuki her millette “Yaratan güç”ün adı farklıdır. , İngilizcede “God“; Farsçada “Hûdâ, Mevlâ, Yezdân“; İspanyolcada “Dios“; Almancada “Gott“; Fransızcada “Dieu“; Arnavutçada “Zot“; İbranicede “İlah, (Eloh), Rab”, Arapçada “Allah, İlâh, Rahman, Vedud, Cenap”tır. Türkçede ise “Tanrı (Tengri), Yaradan, Çalap” olarak adlandırılmıştır. Her milletin sözcüğü kendine göre kutsal ve değerlidir. Türkler, İslâmı benimsemeden önce “Gök Tanrı Dini”ne inanıyorlardı. Bu dinde de tek Yaratıcı bulunuyordu ve Türkler bu Yaratıcıyı “Kök Tengri” olarak adlandırmıştı.
İlk olarak Orhun Yazıtları‘nda görebildiğimiz “Tengri” sözcüğü, Türklerin 10. yüzyılda İslâmiyeti toplu olarak kabul etmelerinden sonra da, yüzyıllar boyunca “Yaratıcı”ya “Tanrı” adıyla seslenmişlerdir. Bunun yanında “Mevlâ, Hûda, İlâh, Çalap, Allah, Rab” gibi Yaratıcı adlarını kullanmakta da, sakınca görmemişlerdir. İnsanlar hangi dine inanırlarsa inansınlar, inançlarını kendi dilleriyle yaşamaları doğrudur. Peygamberimiz Hz. Muhammet de, İmamı Âzam Ebu Hanife de bunu ifade etmişlerdir. Atatürk de bunun için Kur’an-ı Kerim’in Türkçeye çevrilerek milletimizin dinimizi anlamasını ve bilinçli dindar olmasını istemiştir. Hoca Ahmet Yesevi 37 nolu Hikmet’inde şöyle der: “Tengri teala sözin/ Resûlullah sünnetin/ İnanmağan ümmetin/ Ümmet demes Muhammed”. Yunus Emre ise bir şiirinde şöyle diyor:
“Çalap nurdan yaratmış canını Muhammedin
Aleme rahmet saçmış adını Muhammedin
…
Tanrı arslanı Ali sağında Muhammedin
Hasan ile Hüseyin solunda Muhammedin”
Kim İslâmı Hoca Ahmet Yesevi’den ve Yunus Emre’den daha iyi yaşadığını söyleyebilir? Ziya Gökalp ise bir şiirinde “Tanrı” ve “İlâh” kelimelerini bir arada kullanmıştır: “Tanrımız tek bir İlâh / Yok bize başka penah / İkiye tapmak günah / Lâ ilâhe illallah.” Necip Fazıl Kısakürek yazdığı “Büyük Doğu Marşı”na Çile'nin ilk baskısında “Tanrının, alnından öptüğü millet! / Güneşten başını göklere yükselt!” demiştir. Fakat daha sonraki baskılarında Siyasal İslâmcıların eskisiyle birinci mısrayı "Allahın seçtiği kurtulmuş millet" olarak değiştirilmiştir.
Azerbaycan Türkleri de Türkiye Türkleri gibi “Tanrı” adını kullanmaktadırlar. Allah’ın 99 adından olmayan Farsça kökenli “Hûda“, “Mevlâ” ve “Yezdan” sözcükleri, İranlıların binlerce yıl önceki “zerdüştlük” inancına ait sözcükler olduğu hâlde, Siyasal İslâmcılar bu sözcükleri kullanmakta hiç beis görmüyorlar. Sadece Türkçe kökenli “Tanrı” ve “Çalap” sözcüklerine tepki gösteriyorlar. Bunun adı, Türk düşmanlığıdır. Türkiye’de Türk düşmanlığı yapanlar, doğrudan Türklüğe hakaret etmekten çekindikleri için bu düşmanlıklarını din üzerinden yürütmektedirler.
Eski Diyanet İşleri Başkanlarından Prof. Dr. Süleyman Ateş bir röportajda kendisine “Bir yazınızda Allah’tan hep Tanrı diye bahsetmişsiniz. Tanrı yoktur, ancak Allah vardır. Bunu bilmediğinizi sanmıyorum” denilince demiş ki: “Size göre Tanrı yoktur, bana göre vardır. Çünkü ben Türküm, Türkçede Allah’a Tanrı derler. 600 yıl önce Süleyman Çelebi bile “Tanrı’dan yüz bin dürûd ile selam” demiş. 700 yıl önce Yunus Emre “Tanrı” demiş, “Çalap” demiş. Saraybosna Gazi Husrev Bey Kütüphanesi‘nde bulunan 1000 yıl önce yazılmış Türkçe tefsirde “Allah” yerine hep “Tanrı” kelimesi kullanılmıştır. Burada Fâtiha’nın açıklaması şöyle başlıyor: “Bismillahirahmanirrahim: Başlarım adı ile Tanrı Teala’nın ki, rızık vericidir, rahmet edicidir.”
[1] Metin Sever-Cem Dizdar, 2. Cumhuriyet Tartışmaları, Başak Yayınları, Ankara, 1993.