İnsanlık tarihinin belki en cefakâr, vefakâr adanmış ve bir o kadarda dünya görüşlerinden dolayı istismar edilen, sağa sola savrulan bir hareket ve onların düşüşlerini yazacağım. Hakikatten çok hassas bir konu… Zira ön yargılar dogmalara dönüşmüş ve düşünmeden teslimiyet bu zinde kitleyi mercek altına almayı zorlaştırmaktadır. Bu hareketin içinden bir fert olarak bunu yazmak kendimle yüzleşmek, konunun öznesi olmak basit bir olay değildir.
Türk milliyetçiliği; damarı, kaynağı, referansı ve öznesi sadece Türk milleti olan yegâne harekettir. Bu özellikleriyle adeta Türk milletinin milli refleksi olmuşlardır. Malazgirt’te atına binerek düşmanın üzerine giden Alparslan, İstanbul önlerinde “ya ben İstanbul’u alacağım ya da o beni” diyen genç Fatih, Gelibolu’da “size savaşmayı değil ölmeyi emrediyorum” diyen Mustafa Kemal olarak karşımıza çıkan reflekstir Türk milliyetçiliği.
Bu kadar hassas damar, Türk milletinin var oluş bekası olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu özelliğinden dolayı bazen müesses nizamı bazen emperyal güçler tarafından bastırılmış ya da algı operasyonlarıyla asli hüviyetinden, var oluş gayesinden uzaklaştırılmıştır. Oysa genç Cumhuriyeti kuran damar Türk milliyetçiliğiydi.
Bu kadar önemli bir damarı kimse kendi başına bırakmadı ve bırakmamakta kararlıdır. Bu damar bazen dış destekli güçlerin paramiliter kuvvetine dönüştü bazen yerli yapıların meşruiyet kazanmak adına sığındıkları bir damara dönüştü. Bugün olduğu gibi.
Bazen dünya görüşleri iğfal edilerek müesses nizamın bekçiliğine dönüştüler, bazen parti- lider -teşkilat- doktrin gibi efsunlu kavramlarla fetişizme kurban edildiler.
Ülkücülük; akıl ve bilim ışığında kahpe düzene başkaldırının adıyken tarikat cemaat gibi ilkel ve bir o kadar teslimiyetçi bir ruhla atalet haline dönüştü. Ülkücünü bıyıklarından giydiği çoraplara yaptığı işaretlere kadar müdahalenin edildiği bir mankurt tasavvuru hedefleniyordu. Bu konuda maalesef yolda alındı.
Komünizmle mücadele dernekleriyle başlayan operasyonlarda ve daha sonra Sağ sol çatışmalarında yine hep o damar kullanıldı. Artık verdikleri kavganın kendi kavgaları olduğunu sanmalarına rağmen kavgayı tasarlayan başkası kullanılan hep Türk milliyetçileri oldu. Müesses nizam hem kullanmaktan çekinmedi hem de denge adına gencecik fidanları ekarte etmekten geri durmadı.
Peki, ülkücüler nerede hata yaptı? Böylesi oyunlara gelmek Türk milliyetçilerinin kaderi miydi?
Bu yazdıklarımı ve yazacaklarımı bir grubun anlamayacağını da biliyorum. Zira şartlı reflekslerle hareket eden bir kitle var karşımızda Onları dogmatik uykularından uyandırmak atomu parçalamaktan daha zordur. Bununda farkındayım. Ancak bu davaya gönül vermiş, onunla hemhal olmuş biri olarak bu tarihi sorumluluğun biri tarafında dile getirilerek bir başlangıcın yapılması gerekiyordu. Bende onu yapıyorum.
Ülkücüler, tarihi bir eşikteler. Ya davalarına sahip çıkacaklar ya da müesses nizamın kapıkulu olacaklardır. Bu kadar kesin bir yol ayırımındadırlar.
Her şeyden önce ülkücüler, düşünen, sorgulayan ve Türkiye idealine gönül vermiş insanlardır. Kendilerine dayatılan saçma sapan bilgileri paranteze alarak yeniden Türkiye’yi okumak zorundadırlar.
Ülkücülerin beslendikleri tek kaynak büyük Türk milletidir. Dolayısıyla referanslar sadece Türk milleti ve onun milli menfaatleridir.
Ülkücüler; Demokrasiyi, hukukun üstünlüğünü, Milli devleti, aziz vatanı sivil toplumsal duruşu hiçbir şekilde tartışma konusu yapmadan savunucusu olmak zorundadırlar.
Ülkücüler hangi partide olursa olsunlar partiyi davaya hizmet için sadece bir araç olarak görmek zorundadırlar. Yani parti taassubundan mutlaka kurtulmalıdırlar.
Ülkücüler için lider ve teşkilat davalarının sadece araçlarıdır. Onun dışında yüklenilecek bir anlam fetişizmden başka bir şey değildir.
Ülkücüler içi boş efsunlu sözcüklerden ve tevile dayalı içi boş korku ya da vaatlerden mutlaka uzak durmalıdırlar.
Ülkücüler adına sadece ülkücüler konuşabilir. Ülkücülerin konuşma yöntemleri istişaredir. İstişare dışında yapılan her açıklama ya da uygulama müesses nizamın ülkücülere biçtiği görev olduğu da yaşanılan olaylardan anlaşılmaktadır.
O halde
Ey ülkücü kardeşim!
Sen! “Bir elime ayı bir elime güneşi verseniz de davamdan vazgeçmem” diyen o fahri kainatın mesajını bir kez daha düşünmek zorundasın!
Ülkücü yönetilen değil yöneten bir dünya görüşünün sahibidir. Ülkücü verilen emrin neden niçinini sorgulamadan yerine getiren tapınakçılardan farklıdır.
Ülkücüler; aidiyetsizlerin, yeşil tonlu bedevilerin, emperyal güçlerin maşası değil dünyaya nizam vermiş büyük Türk milletinin hizmetinde olan bir karakterin mümessilerdir.
Ülkücüler; ama’sız fakat’sız bir şekilde açık-seçik olarak müesses nizamla ve onun türedileriyle arasına mesafe koymak zorundadırlar. İçimize giren bu kriptoları da açığa çıkarmak her ülkücünün asli görevidir.
Geç kalmadan ülkücüler; ülkülerine dönmek, Türk için, Türk’e göre ve Türk tarafından ilkesiyle silkinip kendilerine gelmek zorundadırlar.