Uyuyan dev uyanıyor mu llI

Zeynel KOZANOĞLU

SEN EY TÜRKİYE !
NEREDEN NEREYE? (III)
Mustafa Kemal Atatürk’ün  aramızdan ayrılmasıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin “Yükselme Devri” sona erdi. Tarihte neler olup bittiğini burada özetleyerek büyük bir gereksizliğe imza koymak istemem. Zaten bugünkü nüfusumuzun büyük çoğunluğu yakın geçmişte olan bitenin tanığıdır.  Ben kimi olaylara şöyle bir değinip geçeceğim.

Atatürk’ün ölümü sonrasında Cumhuriyetin başında olanların en büyük yanlışı bence Ulu Önder’imizi toprağa vermeyişleridir. Türk İslam geleneğine göre ölüm yoluyla aramızdan ayrılan sevdiklerimizin hiç vakit geçirilmeden toprakla buluşturulması şart iken, bu toprakların öz evlâdı, has evlâdı on beş yıl boyunca mermer sanduka içinde tutulmuştur.

Bunun Mustafa Kemal Atatürk’e karşı yapılmış en büyük haksızlık olduğunu ne zaman anladım, biliyor musunuz? Günümüzden otuz yıl kadar önce Kopenhag’ta okuttuğum ilkokul öğrencilerinden Türk kökenli bir çocuğun “Atatürk’ü toprak on beş yıl kabul etmemiş diyorlar öğretmenim, doğru mu?” diye sorması üzerine sarsılarak anladım.

 Atatürk’ün sağlığında zaman zaman yılanlığını sergileyen Cumhuriyet düşmanı kesim, Türk Milletinin yumuşak karnını belirlemiş ve din iman içerikli yalanlar uydurma yoluna girmişti. Atatürk’ün ilkelerine ve devrimlere sahip çıktıkları iddiasında olan kimi beyinsizler de pek çok olaya yanlış yönden yaklaşarak, ya da olayların üstüne öfkeyle giderek eski günlerin özlemini çeken kitlelere bol bol malzeme oluşturdular.

Her köşe bucağa ille de Atatürk heykeli, ya da hiç olmazsa Atatürk büstü kondurulması da bana göre zaman içinde Atatürk’ümüze “kıymak” anlamına büründü. Çünkü bir insana her gün bal yedirsen baldan bıkar. Ve üstelik insanların ekmek aradığı bir yerde siz altın dağıtmaya kalkışsanız da kimseyi memnun edemezsiniz.

Günümüzden kırk yıl önceydi. İzmir Yeşilyurt’ta ilkokulun Aile Birliği yönetiminde yer almıştım. Çocukların yarısı kahvaltı etmeden okula geliyor. Çoğunun ayağında pabuç yok. Hangi çocuğa ne gibi yararımız dokunacak diye çırpınıyoruz. Okul Müdürü bahçeye Atatürk heykelinden söz etti. Baktım, Atatürk’e karşı çıkmak anlamına geleceği için arkadaşlar susmayı seçiyorlar. Ben “Hayrola Müdür bey?” diyecek oldum.

Müfettiş sıkıştırıyormuş. Çocuğunun pabucunu değil, Atatürk’ün heykelini düşünen bir kafa… Ben inanıyorum ki, Atatürk sağ olsaydı, bu davranışı “Zulüm” olarak nitelerdi. Ama okul bahçesine kucağında gülümseyen çocukla birlikte Ata’mızın heykeli konduruldu.

DURAKLAMA DEVRİ

SANCILI GEÇTİ.

Ben tarihçi değilim ve ukalâlık etmek de istemem. Ama Atatürk’n ölümünden 1950 yılına kadar geçen süre “Duraklama Devri” diye anılsa yeridir, diye düşünüyorum. Hele hele koca bir Dünya Savaşını kazasız belâsız atlattık ya, en büyük mutluluğumuz bu oldu.

Bu dönemde biraz dış etkenlerden korunma uğruna, biraz da Kuzey komşumuzun etki alanı dışında kalabilmek uğruna alınan kimi önlemler ülke yönetimini elinde tutan siyasi partiyi yıpratmak için uğraşanlarca koz olarak kullanıldı.

“Dünya savaşına ya giriverirsek?” düşüncesiyle buğday stokuna gidilmiş olması bile kötüye kullanıldı. Bir başka koz da TCK da bir de “Sürgün” cezası bulunmasıydı ve sürgün yeri olarak da ülkenin güney doğu ve doğu bölgesi kullanılıyordu.  

Türk parasının üzerinden Atatürk’ün resminin kaldırılışı bugün yetmiş beş yıl sonra bile Türkiye Başbakanlığı koltuğunda oturan kişi tarafından siyaset malzemesi olarak kullanılabiliyor. Biz biraz da böyleyiz. Başka ülkelerde iç isyan çıkaranlara gökten gül atılıyormuş gibi, bizim isyancılarımıza pek sert davrandığımız bugün de söyleniyor.

Cumhuriyet adını verdiğimiz arabanın tekerine taş koymayı hedefleyenler zaman içinde bir biriyle yarışa bile girdiler. Ve bunu cumhuriyet adına yaptılar. Zaten madrabazın mesleği budur. Sizi yıkmak için sizden biri gibi görünür.  Sizden birinin kılığına girer.  

 Atatürk’ün ölümünü izleyen yıllarda dünyayı yakıp kavuran büyük savaştan kaçınma yolunda alınan önlemler bile cumhuriyet düşmanları tarafından o dönemde devleti elinde tutanların yüzünün karası gibi gösterilmeye çalışıldı.  

İlk çocukluk yıllarımdan bir söylenti hatırlıyorum. 1939 yılında Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün depremden yıkılan Erzincan’a giderken gece trende iskambil kâğıtları ile oyun oynayarak gittiği iftirası bizim köyde bile yaygın söylenti halindeydi.  

Zararlı unsurların bu damarı aradan geçen altmış yılda kurutamamış olmalıyız ki. 1999 depreminde örümcek kafalı biri “7/4 yetmedi mi?” biçiminde pankart açmak cesaretini gösterdi ki,  insanımızın giderek dinle yatar, dinle kalkar hale geldiğinin kanıtı bu oldu.

Ve ne acıdır ki, bu deprem için o günlerin Cumhurbaşkanı “Takdir-i ilahi”  demek hamakatını gösterdi. Ve o siyaset adamını benim “necip milletim”  kırk yıl başında tuttu.

( Devam edecek...)