Uyuyan dev uyanıyor mu lV

Zeynel KOZANOĞLU

SEN EY TÜRKİYE !
NEREDEN NEREYE? (IV)

Türkiye’de seçmen çok partili düzene hazır mıydı? 1946 yılından bu yana geçen uzun süreç sonunda bugün geldiğimiz noktadan bakarak kararımızı açıklayabiliriz: “Hayır.” Şunun için “Hayır” diyebiliyoruz. Demokrasimiz dökülüyor, yerlerde sürünüyor.

Cumhuriyetin hemen ilk yıllarından başlayarak çok partili döneme geçiş denemeleri 1946 yılında biraz da Uluslararası güçlerin zorlamasıyla deneme olmaktan çıktı. Ve biz çok partili döneme geçtik. Geçer geçmez de “demirkırat” adı altında siyaset sahnesinde yer alanların hemen ilk günlerde Cumhuriyetin altını oymaya yöneldiklerini gördük.

İktidara gelenler henüz koltukları ısınmamışken öteden beri Türkçe okunan ezanı Arapça’ya çevirmekle renklerini erkenden belli etmiş oldular. Halka “Daha fazla özgürlük”  sözü vererek yönetimi devralan yeni kadroların halka şirin görünmek için İslamı kullanacakları gerçeği de böylece ortaya çıkmış oldu.  

İktidarın başı bu konuda pervasızlığını öylesine ileri götürdü ki, günün birinde TBMM’de ezici çoğunluğu oluşturan Milletvekillerine “Siz isterseniz halifeliği bile geri getirebilirsiniz” dedi. O milletvekilleri ki, Başbakan koltuğunda oturan o kişinin “Ben odunu aday göstersem bu Meclise Milletvekili olarak oturturum” sözünü hep hatırlayacaklardı.  

İKİ BAŞLI BİR YÖNETİM…


Çok partili düzene geçtiğimizden bu yana demokrasimiz bu iki başlı “hastalık” tan kurtarılamadı. Yukarıda oturan kişi, hep sadece kendi dilediği kişiyi meclise seçtirdi. Bir de onlara güçlerinin yetmeyeceği genişlikte işleri başarabileceklerinin gazını verdi.

Ve gün geldi, ne yaptılar biliyorsunuz. Köy Enstitülerini kapattılar.

Köy Enstitüleri 1940’lı yılların başında kanunla kurulmuştu. Büyük bir ileri görüşlülüğün eseriydi. Anadolu’da kırk bine yakın yerleşim birimi vardı. Bunların çoğunda  kentlerde yetişmiş devlet görevlilerini barındırmaya uygun koşullar yoktu.   

Çoğu köylerde dükkân yoktu, fırın yoktu, aşçı yoktu, manav, kasap yoktu, çamaşırhane yoktu. Hatta pek çok köyümüzde doğru dürüst bir hela yoktu. Sadece insanlar vardı. “Köyümüze öğretmen gelmiş, hoş gelmiş” diyen insanlar.  Köy dışında, hele hele büyük kentlerden birinde yetişmişseniz, gelin de bu köylerde çalışabilin  bakalım.

Köy Enstitüleri bu sorunu aşmak üzere kurulmuştu.  

Köy Enstitüsü düzeninde çocuk köyden alınıyor, öğretmenlik bilgileriyle donatıldıktan ve Cumhuriyet aşkı ile de yoğurulduktan sonra kendi köyüne geri gönderiliyordu. Onun için geçim derdi yoktu. O kısa zamanda köyde çevresine ışık saçmaya koyuluveriyordu.

Yarasa ışığı elbette sevmeyecek. Köy Enstitülerinde yaşanan, ya da çoğu söylentiden ileri geçmeyen sözde yanlış adımlar bahane edildi. Ve bu güzelim ışık ocaklarına kıyıldı. Oysa insanın bulunduğu her ortamda pek çok yanlış adım atılabiliyor.  

İşte çiçeği burnunda bir haber:

“…….'ın bir köyünde 28 yaşındaki imam A.B. ve 25 yaşındaki M.B., ……..’un ……. İlçesi’nde oturan kız kardeşleri 21 yaşındaki H.B.’ye tecavüz ettikleri iddiasıyla tutuklandı. İki kardeşe para vererek ilişkiye giren iki kişi daha cezaevine gönderildi.” (2013 Yılında Kasım ayının ortasındayız)  

Umarım dikkatlerden kaçmamıştır. Kendi kız kardeşine kötülük eden adam bir imamdır. Ve kız kardeşine kötülük etmenin yanı sıra onu başkalarına da kullandırmıştır. Şimdi bir imam böyle yaptı diye imamlık kurumunu suçlamak gibi bir aptallığı mı benimseyelim?

Köy Enstitülerinde yanlışlık varsa onu düzeltecekleri yerde bütün bütün kapatmaları bugün artık gün ışığına çıktı ki, Anadolu’da “uyuyan dev” in uyanmasından korkanlar bunu böyle istemişlerdi. Devleti elinde tutanların ise ileriyi görmek gibi bir yetenekleri yoktu.

O günden başlayarak Türkiye Cumhuriyeti sert bir frenle yavaşlatıldı.

Ve pek çok kişinin dikkatini çekmiyor ama, zaman içinde ülkede “Öğretmen Okulu” bırakmadılar. Şatafatlı adlar vererek çocuklarımızı aldıkları okullarda belki onları bilgi ile tanışırdılar ama, öğretmen olabilmek başka bir şeydi, onu veremediler.  

Günümüzde öğretmen olarak çalışanları rahatsız etmemek için bu konuda daha fazla laf etmemek gerekiyor ama şurası unutulmamalıdır ki, öğretmenlik ruhu diye bir olgu var. Çocuğa bu ruhu aşılayamazsanız, hem öğretmen dediğiniz gencinize, hem onun önüne öğrenci diye verdiğiniz çocuğunuza hem de asıl önemlisi ülkenize yazık etmiş olursunuz.

Bir ülkenin eğitim ve öğretim düzeniyle ne kadar oynarsanız kafaları o kadar karıştırırsınız. O kadar karışmış kafalar da boş kalır, boşa çalışır. Ve insanlar öyle bir noktaya gelirler ki, artık onları hizaya getirmeye din iman kuvveti de yetmez olur.

Günümüzde bu süreç yaşanıyor. Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk durumumuzu nasıl da güzel belirlemiş. Evet, Yaşar Nuri Öztürk şöyle diyor:

“Türkiye’de yüz bin cami ve bu camilerde görev yapan bir o kadar da din görevlisi var. Devlet bütçesinden din hizmetleri için yıllık iki katrilyon lira para harcanıyor.  Ama bakıyorsunuz, ülkemiz ahlâksızlık, yolsuzluk, sahtekârlık ve dolandırıcılık sıralamasında Dünyada ilk on içerisinde.   Bu işte bir tuhaflık yok mu?”

(Devam edecek…)