VURUN ASKERE

Fazlı KÖKSAL

Son yıllarda Türk Silahlı Kuvvetlerine, komutanlara saldırmak moda oldu…

Orduya ne kadar çok saldırırsanız, O kadar “Büyük Demokrat”sınız..

Komutanlara hakaret ettikçe, makbul insan olursunuz…

Askeri vesayetten, darbe geleneğinin ordunun tüm hücrelerine işlediğinden, İttihat Terakki anlayışının silahlı kuvvetlere hakim olduğundan, Nizam-ı Cedit’e duyulan ihtiyaçtan ne kadar çok bahsedersiniz, “Demokrat Yazar” sıfatına layık görülürsünüz…

 “Askerlerimiz öldürülüyor, subaylar nerede” diye, izana sığmayan yazılar kaleme alırsanız, lise kompozisyon sınavından sınıfta kalacak üslubunuza rağmen, tesadüfen elde ettiğiniz köşe yazarlığınızı sürdürürsünüz.

12 Eylül’de, 28 Şubat’ta darbelere methiye düzmüş bile olsanız, askere saldıran yazılar kaleme alırsanız, kimse müktesebatınızı sorgulamaz. Yüksek ücretlerle televizyon yorumcusu olarak istihdam edilirsiniz…

TSK ile birlikte, Atatürk’ün silah arkadaşları, Sakallı Nurettin Paşa’ya, Mustafa Muğlalı’ya açıktan, diğer silah arkadaşlarına ve Atatürk’ün kendisine üstü kapalı olarak saldırırsanız, “Çok Büyük Demokrat” olursunuz…

Bırakın, bunların yanlış olduğunu söylemeyi, “haklısınız” dedikten sonra, cümlenize “ama” diye başlayarak, bu saldırıların sakıncalarını dile getirmeye çalışırsanız, yafta hazırdır: Anti Demokrat…

Türk Silahlı Kuvvetlerinin, Cumhuriyeti kurduğunu, peygamber ocağı olduğunu, terörle fedakarca mücadele ettiğini, ülkeyi çölleşmeden kurtardığını, yüzbinlerce kişiye asker ocağında okuma yazma öğrettiğini vs… anlatmaya kalkarsanız, sözlüklerdeki tüm olumsuz sıfatlar sizin için kullanılmaya hazırdır…

İhtilal, demokrasi, askeri vesayet vb. büyük lafları işin uzmanlarına bırakarak ve  “Anti Demokrat” sıfatına muhatap olmaya razı olarak, askerlik anılarımı süsleyen “küçük şeyler”den hareketle, Türk silahlı Kuvvetlerinin gündeme hiç getirilmeyen, topluma katkılarından bahsetmeye çalışacağım…

Askerliğimi 01.04.1978-1.10.1979 tarihleri arasında yaptım. İlk dört ayı Tuzla Piyade Okulunda, 14 ayı da  Artvin-Borçka’daki Hudut Taburunda…

Borçka’daki Tabur Komutanım Selim Turhan da, Bölük Komutanım Ali Taşkıran da adam gibi adamlardı…

BÖLÜK KOMUTANI TAHARETLENMEYİ ÖĞRETİYOR;

Bölüğün tuvaletleri sık sık tıkanıyordu. Tuvaletler onarıldığında, tuvaletleri yumurta büyüklüğündeki taşların tıkadığını görüyorduk.

Bu taşların sırrı neydi? Tuvaletlere niye atılıyordu?

Biraz araştırıldığında, bazı askerlerin su ile taharetlenmeyi bilmedikleri, yanlarında getirdikleri taşlar ile taharetlendikten sonra, taşları tuvalet deliğinden attıkları anlaşıldı…

Çavuşları tembihlemek, tuvalete girenlerin ceplerindeki taşları almak gibi yöntemler, bu sorunu çözmeyince, Bölük Komutanımız, erata tatbiki olarak taharetlenmeyi öğretmeye karar verdi.

Bölüğün tamamı eğitim alanına toplandı, Bölük komutanımız bölüğe sordu; “Arkadaşlar hepimiz müslümanız değil mi?” Bölük hep bir ağızdan bağırdı “Elhamdülillah”. Yzb. Ali Taşkıran devam etti; “Arkadaşlar, temizlik imanının yarısıdır. Tam olarak temiz olmamız için tuvalet ihtiyacımızı giderdikten sonra da temizlenmemiz gerekir. Buna da taharetlenme denir. Ama ne yazık ki, çoğunuz taharetlenmeyi bilmiyorsunuz” dedikten sonra,  eline bir ibrik alarak çömeldi, tuvalette taharetleniyormuş gibi, nasıl taharetleneceğini  tatbiki olarak gösterdi. –tabii pantolonunu çıkarmadan-

Ve o günden sonra tuvaletler tıkanmadı…

Sorarım bu az bir şey midir?

Hangi öğretmen, hangi imam taharetlenmeyi tatbiki olarak göstermiştir?

OKUMA YAZMA SEFERBERLİĞİ

Türk ordusunun topluma yaptığı katkılardan birisi de, okuma yazma bilmeyen askerleri okur-yazar olarak terhis etmesidir.
Bölüğümüzde okuma yazma bilmeyen 20’ye yakın asker vardı… Bölük komutanımız biz dört asteğmeni ve bölük astsubayını çağırarak bunlara okuma yazma öğretmemizi emretti… Benim sorumluluğuma dört asker düştü… Akşam mütalaalarında – Akşam saatlerinde yapılan bir saatlik eğitimin başka bir adı vardı ama şimdi hatırlamıyorum- öğle istirahatlerinde, nöbetçi subayı olduğumuz günlerde bu vatan evlatlarına okuma yazma öğretmek için çabalıyorduk… Aramızda tatlı bir yarış başlamıştı…  Dört ay sonra sorumluluğumdaki dört er de okuma yazmayı sökmüştü…  Altı ay içerisinde Bölük astsubayının sorumluluğundaki algılaması çok zayıf bir asker olan Cindi Şavan –Ki hikayesini aşağıda anlatacağım-  dışında hepsi okuma yazmayı öğrenmişti…  Artık mektuplarını yazabiliyor, gelen mektupları okuyabiliyorlardı…  Nişanlısından gelen mektubu okuyan Günay’ın mutluluğunu herkesin görmesini  o kadar arzu ederdim ki..

Okuma yazma öğrettiğim askerlerden birisi  geçen yıl beni facebookda  buldu. Sonra aradı görüştük… Okuma yazma öğrettiğim için bana dualar ediyordu… “Sana okuma yazmayı ben öğretmedim  

Türk Silahlı kuvvetleri öğretti. Duanda onları da unutma” dedim…

ER MEKTUBUDUR GÖRÜLMÜŞTÜR…

 Askerlerin yazdıkları mektuplar okunur, üzerine “Er Mektubudur Görülmüştür” kaşesi basılarak postaya verilirdi. Posta Kanunu gereği bu kaşeyi taşıyan mektuplardan PTT ücret almazdı.

Keza askerlere gelen mektuplar da okunurdu…

İlk bakışta haberleşme hürriyetine aykırı gibi gelen bu uygulama, askerlerin kişisel sorunlarını takip etme, onlara çözüm bulmak açısından çok faydalı sonuçlar veriyordu.

Tüm taburun subay – astsubaylarını toplayan tabur komutanımız Selim Turhan şu mealde bir konuşma yaptı:

“Arkadaşlar, askerlere gelen havale miktarlarını kontrol edin, asker mektuplarını ciddiyetle okuyun.  Ailelerinin para göndermediği, maddi durumu zayıf askerleri tespit edin, her bölük subay ve astsubay maaşlarından bir fon oluştursun, muhtaç askerlere onları üzmeyecek şekilde yardım edelim. Edelim ki,  zengin çocukları onları kullanmasın. Mektupları okurken, memleketlerindeki sorunlarından haberdar olun. O sorunların etkilememesi için gerekli tedbirleri alın. Onlar, ailelerinin bizlere emaneti. Hepsini burnu kanamadan ailelerine teslim edelim.”

Her takım komutanı, takımındaki askerlerin mektubunu çok dikkatli bir şekilde okuyor, maddi durumunu takip ediyordu. Fonda biriken paralar muhtaç durumdaki askerlere ihtiyaçlarını karşılayacak ölçüde dağıtılıyordu..

Yakını vefat edeni, nişanlısı başkasına kaçanı, kan davlısını vb. mektuplardan takip ediyor, önce askerleri duruma hazırlıyor sonra mektuplarını teslim ediyorduk.

İlginç bir olay hatırlıyorum; bir asker mektubunda her gece 6 saat nöbet tuttuğunu, gündüz de eğitime çıktığını ve çok yorulduğunu yazmıştı. Bu imkânsızdı, bir askere günde 2 saatten fazla gece nöbeti yazılması mümkün değildi. Nöbet çizelgelerini inceledik, o askere de her asker gibi 2 saat nöbet yazılıyordu. O gün, bölük komutanım Yzb. Ali Taşkıran Nöbetçi Amiri, ben de nöbetçi subayıydım, şikayetçi askerin nöbeti de 21.00-23.00 saatleri arasındaydı. Yzb. Ali Taşkıran ile nöbet mahallerini gezdik, O asker nöbet mahallindeydi. Bölük komutanım bu işte bir iş var bir daha kontrol edelim dedi. 24.00’de O askerin nöbetçi olduğu noktaya bir daha gittik, aynı asker yine nöbet mahallindeydi. Biraz araştırınca anladık ki; bölükte kabadayı geçinen iki asker bölük yazıcısını ayarlamışlar, nöbetlerini O saf Anadolu çocuğundan sonraya yazdırıp, nöbetlerine gelmiyorlarmış. Askeri tehdit ettikleri için de gariban kimseye şikâyet edemiyormuş. Ve bu iş yaklaşık bir aydır sürüyormuş. Bunun üzerine, yazıcı görevinden alındı. Yazıcıya ve kabadayı geçinen o iki asker disiplin cezası  verildi. Ayraca bir ay süreyle en zor nöbet olan 01-03. Nöbeti tutturuldu…

CİNDİ ŞAVAN VAN… EMRET KOMUTANIM…

Bölükte göreve başladığımızda, 15-16 yaşında gösteren bir asker vardı… Ölen ağabeyinin nüfus kaydı silinmemiş, O da nüfusa kaydedilmemiş, dolayısıyla çocuk yaşta askere gelmiş.. Geleli 4-5 ay olmasına rağmen Türkçe öğrenememişti… Ne derseniz deyin, nasılsın? Nereye gidiyorsun?  vb. aynı cevabı alıyordunuz: “Cindi  Şavan, Van,  emret komutanım”  Bölük komutanımız, Cindi’yi çocuk  olduğu için koruyor, nöbetlerini koğuşta tutmasını sağlıyordu. Bir Asteğmen arkadaşımız da Cindi ile yakından ilgileniyor, parasal yardımda bulunuyor, Türkçe öğretiyor, çocuğu gibi ilgileniyordu… Cindi, elektrik, çeşme suyu ve hatta sıcak yemekle asker ocağında tanışmıştı. Çok çocuklu bir ailede yetiştiği için, baba sevgisi, ilgisi görmemişti… Kendisi ile ilgilenen Asteğmen arkadaşımızı babası gibi görüyordu…

Günler, haftaları, haftalar ayları kovaladı. Cindi’nin terhis zamanı geldi… Cindi, “Ben gitmeyeceğim” diye ağlamaya başladı, bir Yüzbaşıya bir bizlere sarılıyor,  babası gibi gördüğü asteğmene sarılırken göz yaşları sel olup akıyordu… Cindi’yi böyle bir hakkı olmadığını, ayrılmak zorunda olduğuna ikna etmemiz saatlerce sürdü…

Bunlar benim gözlemlerim…

TSK ilgili olumsuz gözlemlerim olmadı mı? Tabii ki oldu…  Onları hemen hergün anlı-şanlı köşe yazarları abartarak yazıyor…

Ben de olumlu gözlemlerimi aktarayım istedim…

Günümüz algı çağı… Nasıl algılandığınız, ne olduğunuzdan çok önemli..

Sormadan geçemeyeceğim;

Türk Silahlı Kuvvetlerinin bir Halkla İlişkiler birimi yok mudur?

Oluşan olumsuz algıların düzeltmesi için neden çaba gösterilmez?