Yakın tarihimize dikkatle baktığımızda siyasal ve toplumsal anlamda büyük değişiklikler yaşadığımızı fark ederiz. Gündemi yoğun yaşadığımız için genellikle bunu hissetmez, “dün de bugünden çok farklı değildi” yanılsamasına kapılırız. Oysa özellikle bizim sosyal ve siyasi yaşamımızda neredeyse her şey baş döndüren bir hızla değişmektedir.
Değişimin kökeninde yatan temel kavram dualite (ikilik)’dir. Dualizm anlayışına göre evrende her şey karşıtı ile var olur, kendisini karşısındakine, karşısındakini de kendisine göre tanımlar. Basit örnekler vermek gerekirse; Türk mitolojisindeki Yer Tanrı, Gök Tanrının zıttıdır. Biri olmadan diğerini net olarak tanımlamak zordur. Beyaz olmadan siyah, aydınlık olmadan karanlık, iyi olmadan kötü tanımlanamaz. Bunu toplumsal kimliklere indirgediğimizde konu daha iyi anlaşılır hale gelir. Bir Avrupalı Asyalıyı tanımlarken; “tembel, barbar, ritüellere takık ve az gelişmiş” sıfatlarını kullanır, kendisini de “çalışkan, uygar, seküler ve gelişmiş” olarak tanımlar. Asyalı Avrupalıyı tanımlarken; “bireyci, sömürgeci, kibirli ve inançsız” sıfatlarını kullanır, kendisini de “toplumcu, paylaşımcı, alçak gönüllü ve inançlı” olarak tanımlar. Bunu hemen her alana yaymak mümkündür.
Temel çerçeveyi çizdikten sonra yazının temel amacı olan siyasal ve toplumsal hayatımızda kendimizi ve karşımızdakileri nasıl tanımladığımıza ve tanımlardaki “kaymalara” değinmek isterim.
Adalet ve Kalkınma Partisi’ni iktidara getiren sürece bakacak olursak, özellikle sağ ve liberal seçmenden sıkıntılı bir koalisyon sonrası toplumda oluşan beklentilere cevap vermesi umuduyla oy topladığını hatırlarız. Partinin temel sloganı “3Y ile mücadele. Yolsuzluk, yoksulluk ve yasaklar”dı. Özellikle ANAP iktidarıyla başlayan ve devamında da süren “iktidar ve yakınlarının yolsuzluk yaptığı” algısı toplumda hâkimdi. Özellikle DSP, ANAP ve MHP koalisyonunda ekonomik krizler yaşanmış, rahmetli Ecevit’e yazar kasa fırlatılmıştı. Halk yoksullaşmıştı. Yasaklar toplumun temel sorunlarından biriydi ancak AKP özellikle “türban yasağı”nı gündeme almak istiyordu. Bu adım kendini “dindar/mütedeyyin” olarak tanımlayan seçmen kitlesi için bulunmaz fırsattı. Onlara göre; son koalisyonla birlikte kendisini sol, merkez sağ ve milliyetçi olarak tanımlayan partiler derde deva olamamış, ülkeyi batırmıştı. Artık Müslüman bir iktidara ve o iktidarın “İslami” yönetimine ihtiyaç vardı. Belki de bu algı ve beklenti aslında “başkaları tarafından” yaratılmıştı.
Türkiye dünyadan bağımsız bir “ada” değildir ve sistemin önemli parçalarından biridir. Küresel emperyalist aktörler belli bölgelerde değişim olmasına karar verdiklerinde bunu uygulamak için sıradan olmayan, ayrıntılı bir öykü, o öyküyü yaşama geçirecek mekanizmalar ve figürler inşa ederler. Planlarını uygularken kurguyu öylesine oluştururlar ki, biz “karar verici” olduğumuzu zanneder ve farkında olmadan oluşturulmuş mekanizmanın parçası oluveririz.
SSCB çöküp dünya tek kutuplu olduktan sonra Ortadoğu’daki enerji alanları üzerinde söz sahibi olacak tek güç kaldı. Amerika. Ortadoğu’nun dönüşmesi için önce bölgenin karıştırılması gerekiyordu. Taliban ve Al Kaide ile “İslami terör” yaratıldı. Önce bir şeytan gerekliydi ki “melek” duruma müdahale edebilsin ve bu “melek” batılı olmasın! Irak ve Afganistan işgalleri ile bölge hallaç pamuğu gibi atıldı, Amerikan askerleri binlerce sivili öldürdü. Birincil amaç radikal İslamcılığın bölge insanlarına yararı olmayacağı, silah tutan değil siyaset yapan İslamcıların durumu düzelteceği algısını yaratmaktı. Bu anlayışın ipuçlarını Graham FULLER’ın “İslamsız Dünya” kitabının satır aralarında yakalıyoruz.
“Teröristlerle ilgili son yıllarda gerçekleştirilmiş en kapsamlı ve istatistiksel analizlerden biri, RAND’ın 2008 yılında yayınladığı “Terörist Gruplar Nasıl Yok Olur?” başlıklı raporudur. RAND grubu, 1968 ile 2008 yılları arasında faaliyet gösteren 648 hareketi incelemiş, vardığı temel sonuç ise “terör gruplarının faaliyetlerine son veren en yaygın yöntem bunların siyasi sürece geçişlerinin sağlanmasıdır” şeklinde olmuştur.” (Fuller – 2010) (1)
Bu anlayış ışığında Türkiye bölge için model kılınmış, siyasal İslamcı bir parti demokratik seçimlerle göreve gelmişti. Bir yandan küresel sıcak para bolluğunun da katkısıyla ekonomi düzelme yoluna girmişken diğer yandan ülkedeki en etkin radikal İslamcı terör örgütü Hizbullah etkisizleşmiş, marjinal hale gelmişti. Önceki baskın toplumsal paradigmada (türbanlıları okullara sokmayan deforme edilmiş Atatürkçülük -gerçek Atatürkçüleri dışında tutuyorum- , askerin canı isteyince devlet yönetimine müdahale hakkını kendisinde görmesi) sinen ve toplumda çok görünür olmayı tercih etmeyen mütedeyyin kesim artık kendisini daha güçlü ve “devleti yönetir” olarak hissediyordu. Yöneten ve yönetilenler yer değiştirmiş, bununla kalmayıp değerler de değişmeye başlamıştı. Bu değişim toplumda özgürlükleri tekrar tartışmaya açmış, “karşı taraf” da türbanlıların okullara alınması konusunda yumuşamıştı. Süreç günümüzde türbanlıların meclise girmesine kadar uzandı. AKP iktidarıyla birlikte “Radikal İslama meyilli” insanlarda da değişim yaşanıyordu. Bu değişimin ayrıntılarını Cihan TUĞAL’ın aynı zamanda Sultanbeyli’de yaptığı bir saha çalışması olan Pasif Devrim – İslami Muhalefetin Düzenle Bütünleşmesi- adlı kitabında açıkça görüyoruz.
“AKP’nin 2002’deki seçim zaferinin ardından Kemalist gazeteciler ve siyasetçiler AKP’nin hala İslamcı bir parti olduğuna dair şüphelerini zaman zaman dile getirmeye devam ediyorlardı. Kanıt olarak ise partinin ulusal vitrinindeki kozmetik değişikliklere rağmen parti aygıtının mahallelerde ve taşrada değişmeden (yani koyu İslamcı olarak) kaldığına dikkat çekiyorlardı. Oysa bu iddiaların aksine, AKP’nin başarısı İslamcı eylemcileri düzenle bütünleştirmiş ve İslamcı gelenekten birçok stratejiyi almış ama aynı zamanda dini seferberliğin dikenlerini atmış olmasından, yani massetme siyasetinden gelmektedir... AKP’nin önderliğinde sendikalar, il ve köy dernekleri, çay ocakları ve camiler kitleleri siyasi seferberlikten uzaklaştırdı (yani onları “demobilize” etti)... Eski radikaller, yani 1980’lerde parti siyasetini reddedenler kitlesel halde AKP’ye katıldılar. AKP bir yandan eski radikalleri sistemle bütünleştirirken, diğer yandan sistemin kapılarını bu zamana kadar dışlanan radikallere açtı”(Tuğal – 2011) (2)
Fuller’in kitabında yazdıkları AKP ile ete kemiğe bürünürken “ne tesadüfse” Arap Baharı başladı, Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da önemli değişiklikler yaşandı. Bu süreçte muhalefet kendisini AKP’nin karşısında konumlandırmak dışında fazla bir şey yapamadı, gündemi oluşturamadı.
Cumartesi anneleri ile yapılan görüşmeler toplumda “Kürt açılımı” olarak bilinen süreç de AKP’nin ülkede önemli değişiklikler yapacağını düşündürüyordu. Ergenekon ve balyoz soruşturmalarının askeri vesayeti kıracağına inanan çoğunluk söz konusuydu. Sanki çoktandır arzulanan iktidar başa gelmiş, kronik sorunları çözmeye başlamıştı. Kazın ayağının hiç de öyle olmadığı kısa sürede ortaya çıktı
İktidarın yaklaşık 8-9 yıllık sürecini tanımlarken tekrar baştaki “dualite” kavramına gelecek olursak, ilk dönemdeki ikilikler ve kimin kendisini nasıl tanımladığına bakmak gerekiyor.
AKP kendisini özgürlükçü, başarılı ve İslami değerleri savunması itibarıyla, muhalefeti yasakçı, ekonomi başarısından uzak ve ilkesiz olarak tanımlıyordu. Muhalefet kendisini Atatürkçü, çağdaş ve milliyetçi/ulusalcı olarak tanımlarken AKP’yi halifelik dönemine özlem duyan, gerici ve ümmetçi olmakla suçluyordu.
Özellikle Ergenekon ve Balyoz soruşturmalarında iktidar kendisini “askeri vesayete karşı olup egemenliği millete veren” olarak tanımlarken muhalefeti darbe çanakçısı, postal yalayıcı olmakla suçluyordu. Muhalefet de Türk Silahlı Kuvvetlerine komplo kurulduğunu öne sürüyor, AKP’nin ordudaki Atatürkçü subayları tasfiye ederek yerine “kendi adamlarını” getirmek için bu kumpasları tezgâhladığını öne sürüyordu. Liderlerin kendi ifadeleriyle; Erdoğan sürecin “savcısıyken”, Baykal “Avukatıydı”
Erdoğan “Tüm milliyetçilik anlayışlarını ayaklarımız altına aldık” derken Bahçeli onu eleştiriyordu. Özellikle bu konuda birbirlerine hakarete varan sözlerle itham etmişlerdi.
Fethullah Gülen iktidar için “hoca efendi” iken, muhalefet için “karanlık amaçları olan bir CIA ajanıydı”
Okuduğunuz tüm bu ikilikler elbette lider söylemleriyle sınırlı kalmadı ve partilerin tabanlarında karşılık buldu.
Bir süre sonra işler değişmeye başladı. 28 Mayıs 2013’de yaşanan Gezi olayları, iktidarın özgürlükler konusunda hiç de sanıldığı gibi sonsuz bir hoşgörüye sahip olmadığını ortaya koydu. O güne kadar toplumsal olaylara çok da müdahale etmeyen iktidar, tahmin etmediği kadar yaygınlaşan Gezi direnişine sert müdahale etti. Birçok insan öldü, yaralandı, sakat kaldı. Toplumun önemli kısmının gözünde “özgürlükle” bütünleşen parti, bu kez tomalar, gaz bombaları ve coplarla anılıyordu. İkilikte önemli bir yer değişimi olmuştu. Muhalefet özgürlükçü, iktidar toleranssızdı.
Devamında gelen 17-25 Aralık sürecinde yaşananlar “Hoca efendi” ile arayı açtı. Süreç içinde hoca efendi, terör örgütü lideri oldu.
Savrulma bununla da kalmadı. “Megri megri” ile başlayan ve devamı kestirilemeden hesapsızca yapılan Kürt açılımı, kazılan hendekler ve patlayan bombalarla son buldu. Birçok insan hayatını kaybetti ve askerler şehit oldu.
2002’de yola çıkarken yolsuzluk, yoksulluk ve yasaklara karşı olduğunu söyleyen iktidar, bugün toplumun önemli bir kısmı tarafından yolsuzluk yapan, yoksulluğa neden olan ve yasakçı olarak anılıyor. 17 Yılın tamamına göz attığımızda kabul edilmesi zor savrulmalara ve yer değiştirmelere tanık oluyoruz.
Her ülke ve bölgede toplumsal değişimler olur ancak bunlar uzun zamanlara yayılarak, sindire sindire gerçekleşir. Tam da bu nedenle ülkemizde asla idam cezası olmamalıdır. Kahramanların ve hainlerin kısa zamanda yer değiştirdiği, dün el üstünde tutulanların bugün yerin dibine sokulduğu bir ortamda önce insanları asar, kısa süre sonra heykellerini dikmek durumunda kalabilirsiniz...
Kaynakça:
(1). İslamsız Dünya, Graham E. FULLER, Profil Yayıncılık, 2010, s. 315, 316
(2) Pasif Devrim/İslami Muhalefetin Düzenle Bütünleşmesi, Cihan TUĞAL, Koç Üniversitesi Yayınları, 2011, s. 153, 154