1970’li yıllara kadar kalkınma, ulusal gelir artışı ile ölçülmüş ve endüstrileşmeye dayalı ekonomik büyüme olarak tanımlanmıştır. Kalkınma, gelişme, ekonomik büyüme ile aynı anlamda kullanıyordu. Kişi başına düşen ulusal gelir(GSYİH ) ve diğer ekonomik göstergeler kalkınmayı en iyi yansıtan sayısal veriler olarak kabul edilmiştir. Fakat hızlı ekonomik büyüme sergileyen bazı ülkelerin, toplumsal sorunlara çözüm getirememesi, siyasal istikrarsızlık, yükselen işsizlik oranları, eşitsiz gelir dağılımı, yüksek suç oranları ve çevre sorunlarıyla karşı karşıya kalmaları ekonomik büyümenin tek başına yeterli olmadığının bir göstergesi olarak kabul edilmiştir. Büyüme endeksli kalkınma kavramının yetersiz kalması 1970’li yıllardan sonra kalkınma kavramının yeniden tanımlanmasını ve ekonomik büyüme ile insani gelişme arasındaki ilişkinin ön plana çıkarılmasını sağlamıştır. Kalkınma kavramına insani, sosyal, kültürel, çevresel boyutları da katan yeni kalkınma anlayışı, gelişmiştir. Avrupa gelişmiş kalkınmış ekonomilere, Hindistan ve Çin için yüksek büyüme oranı ama insani gelişmişlik ve kalkınmanın eşlik etmediği ekonomilere örnektir.
Dengeli planlı olmayan büyüme sürecinde gelir dağılımı düzeltilemediği gibi daha da adaletsiz hale gelir. Zengin grubun gelirden aldığı pay artarken fakirlik sınırının altına itilen insan sayısı gittikçe artar buna "acımasız büyüme" deniyor.
Önemli olan büyümeyi daha da önemlisi sürdürülebilir büyümeyi sağlayabilmektir. Sürdürülebilir büyüme, fiyat istikrarının bozulmadığı, ekonomik göstergeler ile makro-ekonomik dengelerin uyumlu olduğu, potansiyel büyüme seviyesine yakın büyüme oranlarının kalıcı olarak sağlandığı iktisadi büyümeyi ifade eder.
Latin Amerika ülkelerinde 1960’ların sonlarıyla 1970’li yıllar süresince yaşanan yüksek ekonomik büyüme ve başarılı sanayileşme performanslarına rağmen, demokrasi yerleşememiştir. Hatta bu yirmi yıl boyunca Brezilya, Arjantin, Şili ve Uruguay’daki uzun sanayileşme dönemlerinin ardından, otoriter rejimler birer birer işbaşına geçmiştir. Bunu takip eden dönemlerde ise modernizm teorisinin temel varsayımlarıyla çelişen bu demokratik tersine gidişi açıklamak üzere çeşitli hipotezler ortaya atılmıştır. Bunlar arasında Arjantinli ünlü siyaset bilimci Guillermo O’Donnell’ın 1946–1955 arasındaki Arjantin ve 1930–1945 ile 1950–1954 arasındaki Brezilya deneyimlerine dayalı olarak geliştirdiği bürokratik otoriteryanizm modeli geliştirmiştir.
Bu bürokratik otoriter sistem kaçınılmaz olarak, parçalı ve adaletsiz bir sosyal politika sisteminin oluşmasına yol açmakta ve sosyal politikanın kendisinden beklenen eşitsizlikleri giderme, toplumsal barışı ve bütünleşmeyi sağlama gibi temel işlevlerini yerine getirememesine ve sadece “düzenin devamını sağlayıcı bir araç” misyonu yüklenmesine neden olmaktadır. Yani, sosyal politika ve refah programları demokrasinin henüz yerleşmediği otoriter rejimlerde “insana özgü ve insan için” bir alan olmaktan çıkarak, “rejimin kendisini meşrulaştırma aracı” haline dönüşmektedir.
Gelişmekte olan ülkeler üzerine çalışan ünlü uzman G. O’Donnell yıllar önce yazdığı bir kitapta Brezilya ve Arjantin için “yatay kalkınma” kavramını kullanmıştı.
Yatay kalkınma modeli tüketimi artırmak için ithalatı teşvik etmek böylece iç pazarı tüketim üzerinden büyütmek ve buna dayalı bir popülizm demek.
İnsanlar, bu modelde çok para harcıyorlar, ev eşyalarını değiştiriyorlar. Bu modelin vatandaş için Nirvana noktası ise araba ve ev almak. Ancak model bir zaman sonra kaçınılmaz olarak enflasyon, kronik işsizlik ve cari açık doğruyor. Bir bakıma “yatay ekonomik kalkınma” modeli eskilerin dediği “7 yıl bolluk 7 yıl kıtlık” gibi bir şey. Şartlar ve dünya dengelerinin imkân verdiği ölçüde bolluk içinde yaşanıyor ama ekonomik dönüşüm için ne devlet ne halk risk alıyor. Böylece şartlar bozulunca hep beraber 7 yıl kıtlık içinde yaşanıyor.
Ülkemizde uygulamaya geçecek cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi diye getirilen sistem ABD tipi olmaktan öte Latin Amerika modellerine benzemektedir. Latin Amerika deneyimini hatırlatarak ders almak aynı hataların yapılmaması dileği ile…..