Sanki her yıl hac görevi gibi Trabzon’a gitmeye alıştım artık. Femin&Art Kadın Sanatçılar Derneği’nin düzenlediği Uluslararası Resim Festivali’nin bu yıl beşincisi olacak. E bir yerde de gitmem gerek. Femin Art İzmir Şubesi başkanı olarak genel başkanımız Şükran’ın (Üst) yanında olmalı ona destek vermeliyim. Can arkadaşım Olga’da (Eren) Mersin şubesi başkanı. Gitmek için Olga ile aylar önceden konuştuk, biletlerimizi aldık. Veee gitme zamanımız geldi…
Uçağa bindim. Yanımda genç bir hanım; hoş, konuşkan. Arkadaşının kızı evleniyormuş. Yani düğüne gidiyor. Türbanlı, üzerinde kalın palto var bu sıcakta. Kan şekeri düşüyormuş. Çikolatalı leblebilerden yiyor… ikram etti… ben de ona kek verdim. Her şey güzel de çok ter kokuyordu. Belki bu sıcakta o kadar kalın giyinmese; o terleyip bunalmazken ben de iki saat boyunca işkence gibi o kötü kokuya katlanmak zorunda kalmazdım. Dinimizin kurallarını yerine getirdiğini düşünüyordu ama benim bildiğim de başkasına rahatsızlık vermemek daha öncelikli bir kural değil miydi?.. O terlerken ben klimadan üşüdüm. Esma’dan öğrenmiştim. Çantamda hoş desenli bir tülbent taşıyorum. Hemen omuzlarıma atıverdim. Kenarları iğne oyalı. Çantada az yer tutuyor. Devamlı yanımda… terledim mi, üşüdüm mü her derdime çare. Aspirin gibi… hem de kültürümüzün bir parçası…
Aşağıda bulutlar öbek öbek. Sanırsın koyun sürüsü… çok hoş görünüyor. Bazı yererde de atılmış pamuk gibi. Yeni nesil bilmez. Eskiden yatağımız, yorganımız, yastığımız pamuktan veya yünden olurdu. Onu zaman zaman ya çomakla döverek, ya da pamuk atıcılara attırarak kabartırdık. Sokaklardan pamuk atıcılar geçerdi. Mızraplarına tahta döveçlerini vurur, mızrap telinin titreşmesi ile pamuklar tiftilir, kabarırdı. Yastıklar daha çabuk söndüğünden annem bahçede oklava ile bana dövdürürdü… Ne hoş olurdu o kabarık döşekte yatması. Üstünde zıp zıp zıplardık kardeşimle ikimiz, annem kızar, bas bas bağırırdı…
Neyse Trabzon havaalanına indim. Olga ile buluşup Olimpiyat Köyü’ne gideceğiz. Olga son anda yaşadığı bir sorun nedeni ile gelememiş. Kaldım mı bir başıma!.. Taksiye atladığım gibi kalacağım yere vardım. Odamı gösterdiler. Temiz, pak. Zaten geçen yıl açılmış. Yepyeni bir bina. Trabzon’a hakim bir tepede yapılmış, deniz manzaralı. Olimpiyat oyunlarında misafirhane olarak kullanılmış bir öğrenci yurdu. İdare bölümünden Adem Aydın bey ile diğer güvenlik ve personel son derece güler yüzlü. Yardımcı olmaya çalışıyorlar. Karnım acıktı. Lokantayı gösterdiler. Büyükçe bir salon, üst katı ise kafeterya ve kahvaltı salonu olarak kullanılıyor. Kafeterya işletmecisi Mustafa bey benim bilgisayarını kullanmama izin verdi. Her sabah kahvaltıdan sonra şöyle bir bakınıyorum. Acil olanları cevaplıyorum… Öğrenci yurdu olarak kullanıldığı için yiyecek çeşidi bol ve ucuz… çok hoşuma gitti ama umarım kilo almam…
Odama çekildim. Bir iki eşle dostla telefon görüşmesi yaptım. Sonra kitabımı alıp yatağa uzandım. Dışarıdan bir gürültülü konuşmalar geliyor. Meraklandım. Hemen yan odanın kapısında yabancı hanımlar konuşuyor. Bunlar mutlaka bizdendir diyerek yanlarına yürüdüm. Birinin bana sırtı dönük. Bana dönmesi ile karşılıklı çığlığı basmamız bir oldu. “Svetlanaaaaa” “Juliaaaaa (Hülyaaaa)” Sarmaş dolaş olduk. Bu benim geçen yıldan kardeş gibi olduğum Rus arkadaşımdı. Karşılıklı o Rusça ben Türkçe hararetli hararetli özlemle konuştuk! Elbet birbirimizi anlamıyorduk ama ruhlarımız sevgiyle kenetlenmişti...
Soğuk ülkelerden geldikleri için deniz ve güneş onlar için çok önemli. Türkiye’ye gelince ille de denize girmek istiyorlar. Svetlana “ Plaj plaj diyor… Yüzme işaretleri yapıyor…” Nasıl tarif ederim. Ah Olga’m seni nasıl aramam… Neyse Adem bey imdadımıza yetişti. Bilgisayarını kullanmama izin verdi. Googleden çeviri aracılığı ile bir güzel anlaştık. Temiz bir aile plajına nasıl gidip geleceklerini hem tarif ettim, hem de ellerine verdiğim kağıda Türkçe olarak yazdım. Gönlüm rahatlamıştı. Ellerindeki kağıda göre kaybolmaları imkansızdı.
Arada bir Google aracılığı ile çeviri yapıyorum ama karşınızdaki sizden, siz de karşınızdakinden emin değilseniz pek başvurmayın. Benden tavsiye. Çünkü Svetlena’yı birileri panele davet etmiş. Google onu “Geneleve davetlisiniz. Altınızı bağlayın, gelin.” diye çevirmiş. Korkmuşlar… Kahkahalarla anlatıyor…
Ertesi gün şükür Olga sorununu çözmüş geldi. Mal bulmuş gibi sevindim. Bu yıl yerli ve yabancı yüz kadın sanatçıyız. Bunların altmışa yakını yabancı. Kazakistan, Azerbaycan, Gürcistan, Rusya, Ural, Saint Petesburg, İtalya’dan gelmişler. Çok uzaktan geldikleri için tablolarının çıtalarını çıkartmışlar rulo yaparak getirmişler. Çıtalanması ve çerçevelenmesi için bir camcıya gittik. Siparişlerimizi verdik. Olga ilgili delikanlıya “Gerekebilir, bana telefon numaranızı verir misiniz?” dedi. O da “Camcı…0532…” diye yazmış verdi. Olga “Adını neden yazmadın? Telefon açınca size CAMCI diye mi hitap edeceğim?” deyince “Abla unutursun diye yazmadım, ver yazayım.” dedi. Yazdığı şuydu “Camcı Temel…0532…”
Trabzon ve Temel… ne de unutulacak bir isim di…
Oradan Femin Art’ın merkezine gittik. Sevimli, şık döşenmiş. Hepimiz oturduk. İkram edilen ayranı içen Olena “Oooo…mııımmmm… bu Tanrı içeçeği…burada hep bundan içeceğim.” dedi. Meğer hayatında ilk kez ayran içiyormuş…
Elena Kalaşnikova ise yemeklerimize bayıldı. “Bende kesin Türk kanı var. Biraz önce çarşıda aldığım simitin son parçasını düşürünce az kalsın ağlayacaktım.” diyerek devam etti “Bütün gün gördüm tezgah arabalarında. Hep yemeyi hayal ettim. Tıpkı hayal ettiğim gibi çıktı. Birinci lokmayı yedim. İkinci lokmayı tam ağzıma atacakken düşünce arkasından bakakaldım…”
… Olga’nın çevirirken bazen kafası karışıyor. Bana da Rusça anlatıyor…”Olga ben Türk” diyerek gülünce farkına varıyor…
Yorgun otelimize döndük, odalarımıza çekilip dinlendik. Yarın önemli bir gün, açılış olacak…
Devam edecek...
Hülya Sezgin / Kültür sanat bölüm yönetmeni
www.haberhurriyeti.com