Türk milliyetçiliğinin kırılma noktası
Ozan Gündoğdu, Halk Tv’de milliyetçilikten söz ederken Türk milliyetçiliğinin iki kırılma noktası olduğundan söz etti. İlk kırılma noktasını Türkeş’in başlattığı milliyetçi hareket, ikinci kırılma noktasını günümüzde göç yoluyla gelenlere duyulan tepki olarak tanımladı.
Doğru, ama açılım ve dönüşümü tanımlanmazsa eksik kalır.
Türk milliyetçiliğinin tarihsel arka planına bakıldığında Osmanlı’nın son dönemlerinde üç tarz-ı siyaset tanımında yerini bulan “Türkçülük” ile ulus devletin kurulmasıyla Mayalardan Kafkaslara uzanan ve önderliğini Atatürk’ün yaptırdığı çalışmalar yatar. Milliyetçilik şuurunun devletin resmi ideolojisine dâhil olması Atatürk’ün eseridir. Ulus devlet doğal olarak bir ulusa (millete) ihtiyaç duyar ve o millet de “kendini Türk olarak tanımlayan herkes Türktür” tanımıyla yerine oturur.
Türk milliyetçiliği ilk ciddi sınavını soğuk savaş döneminde verirken kimliğini, düşmanını ve hedefini pratikte yeniden inşa etti. Buna göre ülkücü; vatanını her türlü zorluğa rağmen canı pahasına savunmaya hazır olan kişi, düşman; ülkeyi ele geçirmeye çalışan Sovyetler Birliği ve onun komünizm ideolojisi, hedef ise milli sınırlar içinde tam bağımsız Türkiye’ydi. Soğuk savaşın sona ermesi ile Sovyetler Birliği dağıldı ve bu tehdit sona erdi. Ülkücüler 12 Eylül darbesiyle sokak eylemlerinden çekildi, fikir zenginleştirme aşamasına geçti. Uzun süre antiemperyalist çizgiyi benimsedi ve dış Türklerle meşgul oldu, Kürtçülük ve PKK terörüyle mücadele etti. Bugün yeni bir döngünün başındayız ve şartlar önceki döngüye göre çok farklı.
Bugün ülkemize özellikle Suriye, Pakistan ve Afganistan coğrafyasından gelenlerle toplumsal sürtüşmeler yaşıyoruz ki bu da hiç şaşırtıcı değil. Evet, bu ülke daha önce de yoğun göçler aldı. Bulgaristan Türkleri, Kafkas Türkleri yoğun olarak ülkemize geldiler ancak dil ve kültür birlikteliği bu topraklarda birlikte yaşamamızı kolaylaştırdı. Yeni gelenler böyle değil. Ortak din kültür birlikteliğini oluşturmakta yetersiz, Arap kibri ve yaşam alışkanlığı farklılığı da işin içine girince sürtüşme kaçınılmaz oluyor.
İlk döngüde tehlikenin kökeni başka bir devletti, sınırlarımız içinde yaşayan komünizm savunucuları tehlikenin ikincil/tali unsurları kabul ediliyordu. Günün sonunda sabah birini vuran silahın akşam diğerini vurduğu ortaya çıkınca zaten kafalarda soru işaretleri oluşmuştu. Oysa ülkemize gelip yerleşen kaçak ya da kontrollü göç edenler kendi iş yeri tabelalarını asmaya, kendi sokak çetelerini kurmaya, mülk edinmeye, Türkler'in yaptığı işi yarı fiyata yaparak işsizleştirmeye başlayınca tepki artmaya başladı. Koordinatörlüğünü yaptığım bir toplumsal çalışmada; Türklerin Suriyeliler'le aynı apartmanda oturmak istemediği, aynı iş yerinde çalışmak istemediği, çocuklarını aynı okullara göndermek istemediği sonuçlarını gördük. Oranlar da ezici bir üstünlüğe sahipti.
Düşünce insanlarının ve ideologların üzerinde derinlemesine çalışması gereken bir tabloyla karşı karşıyayız. Oluşacak denklemin içine iktidarı ve politikalarını hiç katmayacağım, çünkü sorunu yaratan bizzat orası. Konuya; “kucağımıza nur topu gibi bir sorun bıraktılar, bunun üstesinden nasıl geliriz” bakışıyla yaklaşmak gerekiyor.
İktidarın gazeteci görünümlü bazı medya memurları halkın tepkisini “yabancı düşmanlığı” olarak niteleyip bastırmaya çalışıyor. Onlar öyle deyince insanların “aman bana yabancı düşmanı demesinler” diyerek ses çıkarmayacağını düşünüyorlar. Ancak sorun bu şekilde halledilecek yüzeysel bir sorun değil.
"Yabancı düşmanlığı" Avrupa kökenli bir tanımdır, refah toplumu olan Avrupa ülkelerinin cazibesine kapılıp daha iyi yaşamak için göç edenlere duyulan öfkenin cisimleşmiş halidir. Yine bir Avrupa hastalığı olan ırkçılıkla omuz omuza yürür. Oysa biz refah toplumu değiliz ve elimizdeki kuru ekmeği başkalarıyla kuzu kuzu paylaşmamız bekleniyor. Adamla anlaşabilsem paylaşayım da problem anlaşamıyor olmamda zaten. Toplumsal halimiz çiçekli kumaşın üzerine çizgili kumaştan yapılmış yama parçaları gibi. Yama çok belirgin duruyor ve ensar, muhacir tanımlaması çizgili parçayı çiçekli kumaşa dönüştürmüyor.
Bu toplumsal çatışma ve karmaşa düşünce düzleminde gerçekleşmiyor. Yaşamın her alanına yayılmış halde. Kitlesel kavgalara fazlasıyla gebe olan sorun karşısında kendini milliyetçi olarak tanımlayan herkesin akil bir pozisyon alması gerekiyor. Yerel bazda yaşanan iş yeri, ev, araç yakma vakalarının kitlesel bir çılgınlığa dönüşme tehlikesi var. Böyle bir süreç ülkenin tarihine kara leke olarak geçer ve altında çok kişi kalır. Tamamen tepkisiz kalıp her şeyi olduğu gibi kabullenmek de olanaksız görülüyor. Bu kırılma noktasında milliyetçilerin-ülkücülerin alacakları pozisyon, koyacakları tavır belirleyici olacak. Meseleyi sokağa yansıtmadan siyaset ve proje üreterek entegrasyon, ülkelerine gönderme, gelişlerin önünü kesme, iktidara baskı vs. yöntemler üretmek gibi görece uzun sürecek çözümler oluşturmak seçeneklerden tercih edilmesi gerekeni. Diğer seçenek çatışma ve şiddete götürür, ki asla tercih edilecek yöntem bu olmamalıdır.
Mevcut batık ekonomide halk akşam ne yiyeceğini düşünürken, insanların “elin Ukraynalısı bile ülkesini terk etmeyip savaşıyor” diye bilendiği bir ortamda itidalli ve akil olmak zor ancak başarılması gereken tam da bu.
YAZIYA YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.