TÜZÜK ŞİRKET PATRON...
Önsöz: “Mevcut düzen, bazı insanları iktidar, kazanç ve ayrıcalık sahibi yapmıştır. Bu durum böyle devam ederse, zenginle yoksul arasındaki çatışma hiçbir zaman bitmeyecek ve iktidarı ele geçiren, güçsüz bulduğunu ezecektir. Çalışanların durumunun düzelmesi ise, her şeyden önce zenginle yoksul arasındaki bu faydasız çatışmanın sona ermesine bağlıdır.”
Ekonomi dünyasını en baba repliklerinden olduğu için, doğal olarak da günlük hayatımıza da doğrudan ya da dolaylı olarak yansıyan “en baba” kelimelerden biridir: Şirket.
Kendisi dilimize, İslamlaşmayı Araplaşma sananların “hediyesidir”… Türkçe düşünenler ve konuşanlar için değil ama diğer ahali için karşılığını yazalım: Ortaklık. Her türlü dernek, parti , “tarikat” vb. yasal ya da yasa dışı bir amaç ve/veya kuruluş çevresinde birleşen insanlar aslında bir ortaklık oluşturur. Yasal olanlarının tabidir ki, kuruluşu ve işleyişi yasalara göredir ve denetimi de yine yasalarda belirtilmiştir. Burada öncelikle “yasalara” yönelik “şerhimizi” koyalım, “şekil uygunluğu” toplumsal adalet, ekonomik adaleti sağlayacak tamlıkta mı? Çünkü belirleyici güç, tarihin gösterdiği kadarıyla “ekonomik güç”ten geçiyor. Doğal olarak, düzenlemelerde bu gücün etkisini gözden kaçırmak, ciddi yanılgılara, algılama hatalarına, söylem ve eylem hatalarına götürüyor.
İşin değineceğim tarafı şirket… Şirket diyorum, çünkü mevcut halde gerek hukuk tabiri olarak, gerek yaygın kullanımı nedeniyle öyle de tanımlamaya devam edeceğim; ve şirketin anonim olanı hakkında “kerameti kendimden menkul” halleri “arif olanlar” için arz edeceğim.
Ticari mevzuata göre komandit, limited gibi şirketler, gerek ortaklık yönüyle olsun, gerek yetki ve sorumlulukları yönüyle olsun, dar-özel bir çevre ve çerçeveyle sınırlı olduğundan, bir çeşit “klüp” tarzı olduğu için, onların kârı da zararı da onları ilgilendirdiği için, mevzuatı da uygulaması da onları bağladığından dolayı bu konuda “hariçten gazel” okuyan durumuna düşmek istemiyorum.
Ancak “anonim şirketler” gerek hukuki yapısı, gerekse “işleyişi” yönüyle hayli ilginç ve “etkileyici” bir özellik arz eder. Çünkü ister hissedarı olsun, ister olmasın, hatta “ürünleri” ile alışverişi olmasa bile umum ahaliyi bir şekilde etkiler, “hissedarları” ise doğrudan ve daha fazla… A.Ş.’leri diğer şirketlerden ayıran ve onları kanunun verdiği haklarla avantajlı kılan özellikleri vardır.
Bu “şirket” türlerinin en babalarından biri, siyaset cephesindeki “mevziileri”, belki de “en tatlı kâr” getiricilerinden birisi “partilerdir”… Nasıl olmasın?.. Parti yönetimi, “küçük hissedarlardan” pardon üye ve “sempatizanlarından” daima fedakârlık isterler; nasıl istemesinler, daha güçlü bir parti-gelecek için yatırım yapılacak!..
Parti yöneticileri aslında bu söylediklerinde samimidirler de… De, asıl yatırımın kimler için yapıldığı ve parti yönetimi-denetimi konusuna gelince dış kapının mandalı olurlar… Onların her daim istedikleri/bekledikleri şey, “davul üye-sempatizanın elinde, tokmak kendilerinin elinde olsun…”
Çok güzel bir akıl…
Tıpkı Osmanlı’nın dünkü mantığı; reaya (sözlüklere bakarsanız bunun “sürü” olduğunu göreceksiniz) her daim etinden, sütünden, kemiğinden, derisinden, gerisinden hizmete hazır olsun; dur dediğim yerde dursun, yürü dediğim yerde yürüsün…
Modern versiyonu ise “seçilmiş sultanlar”…
Oysa biz saltanata cumhuriyetle birlikte son verdiğimiz sanıyorduk…
Parti yönetimlerindeki “mantık”, maalesef mevcut haliyle “endüstriyel feodalite”nin senyörleri mantığı ve uygulamasıdır.
Şüphesiz, yetki ve sorumluluk birbiriyle ilişik-iç içe bir durumdur ve ayrı olarak da düşünülemez; ancak “denge noktası”ndaki bir kayma da kabul edilemez.
Mevcut halde ise, bırakın denge noktası kaymasını, kantarın topuzu kaçmıştır…
Anayasaca “demokratik hayatın vazgeçilmez unsurları” olarak tanımlanan partilerin, sözde değil özde demokratik olabilmesi için, ona uygun bir yapılanması gerekir. Bu durum, ilgili yasalarca “zorunlu/zorlayıcı” şekilde düzenlenmez ise, parti “önde gelenleri” ve avenesi, “malum hikaye”de olduğu gibi, her zaman söyleyecekleri ve eyleyecekleri durum şudur: “Gidelim Bağdat’a kadar…”
Partilerin uygulamaları eğer sadece yönetici ve üyelerini ilgilendiren bir durum olsa, aslında o kadar dert edecek bir durum da değil; ne halleri varsa görsünler!.. Ancak, amiyane tabirleri kazın ayağı öyle değil; her söyledikleri ve eyledikleri şeyler, cümle ahaliyi ilgilendiriyor; cümle ahalinin ilgilenmesinin “mücbir sebepleri” var, çünkü her halükârda ona dokunuyor… Dolayısıyla da, ahalinin de kendisini ilgilendiren kişi ve hallerle de ilgilenmesi gerekir…
Bunun öncelikli ve acil şartlarından birisi, doğrudan ya da dolaylı olarak “seçilmiş sultanları” gerçek bir demokratik yönetici durumuna getirmektir. Bunun da ilk şartı, parti iç seçmenleri (delegeleri) “neo-sultanların” seçmesini engellemektir; ve bu iyi niyetle istendiği takdirde olmayacak bir durum da değildir. Bütün olay, “parti içi seçmenleri” 4. Murat keyfiyeti ile değil de, belli kural ve standartlara bağlamaktır, şöyle ki mevcut delege düzenini kaldırarak genel kurul üyelerini :
1- Parti il ve ilçe teşkilatları yönetim kurulu üyeleri
2- Parti yönetim kurulu üyeleri ve genel merkez heyeti
3- Partinin mevcut milletvekilleri
4- Partinin mevcut belediye başkanları
5- Var ise parti müfettişleri
6- Parti genel merkez disiplin kurulu üyeleri
7- Parti onur üyeleri oluşturmalıdır.
Burada tabi ki sorumluluğun bir numaralı muhatabı ve şeref payesinin de bir numaralı hak sahibi genel başkanın konumu itibarıyla özel durumlar için bazı iradi yetkileri olmalıdır, ancak bu keyfe keder uygulamalara yol açacak türden olmamalıdır. Buna örnek olarak şu durumlar başlıca öne çıkan şeylerdir:
1- Yerel ya da genel seçimlerde istediği bir adayı istediği yerden ve istediği sıradan aday göstermek veya adaylığını veto etmek gibi Sultan Hamit yetkileri olmamalı, ama anlaşılabilecek bir sayıda adayın adaylığını belirlemede veya veto etmede yetkili olmalıdır.
2- Seçilerek gelen her kademedeki parti teşkilatının yönetimlerini, kanunda yüz kızartıcı suçlar olarak tanımlanan olaylar ile suçüstü hali dışındaki sebeplerin dışında hiçbir şekilde görevden alma yetkisi olmamalı, böyle bir hak genel merkez yönetiminde de olmamalıdır.
3- Mevcut uygulamadaki en büyük yanlış-sakatlık, “mevzuata uydurarak” kendini seçecek insanların yönetici/delege olarak atama halidir.
4- Yine adaylar genel merkez seçimine tabi olmamalıdır; yerel ya da genel seçimlerde seçim bölgesi olan ilin partili üyeleri, adaylar için seçime gitmeli ve en çok oyu alan kişi, oy sayısına göre doğrudan adaylık hakkını kazanmalıdır.
5- Ancak parti üyesi olmayan kişilerin adaylığı söz konusu olduğunda, bunların aday olabilirliği genel başkanın onayından sonra, aday olacağı ilden diğer adaylar gibi “önseçime” girmeli ya da genel başkanın “sınırlı” kontenjanından istediği yerden ve sıradan seçime girmelidir.
Ki, Spartaküs’ten Fransız devrimcilerine,Taif, Magosa zindanlarından Bekirağa Bölüğüne, Manastır dağlarından Samsun’a kadar fikri hür, vicdanı, irfanı hür insanların kan ve gözyaşları, devşirmelerin ve sömürgenlerin kahkahaları arasında kaybolup gitmesin. İnsan ve vatandaş olmanın sorumluluğunu fark edin.
Son söz: Fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür bir insan olmakla meleyen partili olmak arasında ciddi fark vardır.
YAZIYA YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.