Vefanın Vedası
Vefa deyince aklıma “mektup” gelir. Görevlerim gereği yüzlerce, belki binlerce mektup okudum. Ayrıca; edebiyatçıların, sanatçıların, siyasetçiler mektuplarından oluşan onlarca kitap. Bu mektuplardan aklımda kalan cümleler hep vefa veya vefasızlık üzerinedir.
Yedek subay olarak askerliğimi yaptığım 1978-1979 yıllarında, bölüğümüzdeki askerlere gelen ve onların yazdığı yüzlerce mektubu okudum. Gelenleri okuduktan sonra bir sakıncası yoksa mektupları muhatabı askerlere teslim ederdik. Mektubun ne sakıncası olacak demeyin; nişanlısının kendisini terk ederek başkasına kaçtığı, babasının kanlıları tarafından öldürüldüğü, eşinin kendisini aldattığı, kız kardeşinin adının çıktığı gibi haberleri alan askerlerin firar etmesine kesin gözüyle bakılırdı. Bu tür haberlerin önce doğruluğu araştırılır, eğer doğruysa o askere alıştıra alıştıra anlatılır ve firar etmeyeceğine kanaat getirilirse mektup teslim edilirdi. Hatta terhisine çok az kalmışsa alıştırılır ama net bir bilgi verilmez mektubu da kendisine verilmezdi. Keza askerin moralini bozmak isteyen, yalan haberlerle dolu mektuplar da teslim edilmezdi. Askerler, yavuklularına yazdıkları mektupları, görevli subaylar okumasın diye çarşı iznine çıktıklarında postaya verirlerdi. Annelerine babalarına, arkadaşlarına yazdıkları mektupları ise er mektupları ücretsiz olduğu için resmî yoldan gönderirlerdi. Gönderilen mektuplarda da askeri sır niteliğinde bilgi yazılıp yazılmadığına bakılırdı. Mektupları okuduktan sonra de “Er mektubudur. Görülmüştür.” kaşesini basar, postaya verilmek üzere bölük başçavuşuna teslim ederdik. Gurbetteki yalnızlık duygusu yanında asker mektupları PTT tarafından ücretsiz kabul edildiği için askerler sivil hayatlarına nazaran çok daha fazla mektup yazarlardı. Bazıları merhabası olan herkese mektup gönderirdi. Yazılan mektupların askerlerin yazma yeteneklerini geliştirdiğini gördüğümüz için onları mektup yazmaları için teşvik ederdik. İmla kurallarına aykırı yazımlarına rastladığımızda da uyarırdık. Bölüğümüzde bir asker vardı: Yusuf... Zayıf, sarışın, çelimsiz, gözleri çakmak çakmak, zeki bir genç… Akhisarlı. Annesi genç yaşında ölmüş. Babası evlenmemiş, ona ve iki kardeşine hem analık hem babalık yapmış. Yusuf, bölüğe geldiği ilk günden benim terhis olduğum güne kadar her gün mektup yazdı babasına. Hatta günde iki mektup yazdığı bile olurdu. Mektupları aynı hitapla başlardı, “Kıymetli Anababam.” ve her mektupta aynı ilk cümle “Bizler için çalışmaktan nasır bağlamış ellerinden hasretle öperim” … Zamanla gelişen, güzelleşen bir üslup. Hele ilkbaharın gelişiyle taburun civarındaki tarlaları, tarladaki çiçekleri, uzaktan akan Çoruh’u, taburdaki atları, katırları o kadar güzel ve akıcı bir üslupla tasvir etmişti ki anlatamam. Yusuf’un her gün yazdığı mektuplara babası haftada bir yazdığı mektuplarla cevap verirdi. Az da olsa bir tahsili olduğu anlaşılan, meramını iyi anlatan baba önceleri her mektubunda farklı hitaplar kullanıyordu; “Canım Yavrum”, “Sarım”, “İlk Göz Ağrım”, “Kızlarımın Abisi”… Ama bir süre sonra hitaplar teke indi: “Vefalı Yavrum.” Her mektubu aynı hitapla başlıyordu. O zamandan beri mektup benim için vefadır. Vefalı insanların sevdiklerine yazdıkları metinlerdir.
Yıl 1988 PTT müfettişiyim Büyük çaplı bir mektup tecavüzü[i] olayını soruşturmak üzere Konya’ya geldim. Açılan mektup sayısı beş yüze yakındı. Tamamına yakını yurtdışından gelen mektuplardı. Yarısından fazlası da Libya’dan geliyordu. O tarihlerde Libya ile Türkiye arasında para transferi anlaşması olmadığı için Libya’da çalışan işçilerin banka ile para gönderme imkânları yoktu. Zorunlu olarak ailelerine gönderecekleri paraları zarfın içine koyuyorlardı. Avrupa’da çalışan işçilerden de paraları mektupların arasına koyan azımsanmayacak kadar fazlaydı. Yurtiçi mektuplardan da kalınca olanları açılmıştı. Hem tecavüze uğrayan mektupların içerisinden neler alındığını tespit etmek, hem incelemeyi tamamlayıp mektupların ilgililere teslimini sağlamak, hem de delil bulabilmek için mektupları okumam gerekiyordu. Okumaya başladığımda kendimi Gogol’un “Müfettiş”indeki insanların gönderilmek üzere postaneye teslim ettikleri mektupları açarak okumaktan zevk alan, meraklı posta müdürüne benzettim. İlk mektuptaki başlığı görünce şaşırdım: “Vefalı Dostum”… Yusuf’un babasının yazdığı mektuplardan sonra soruşturma sırasında okuduğum bu mektuptaki “Vefa” vurgusu, mektubu “Vefa” olarak gören inancımı pekiştirdi.
Zaman en büyük değiştirici, dönüştürücü. Bazen de yok edici. Teknolojik gelişmeler; bu değişimi, dönüşümü, yok oluşu hızlandırıyor. Bu dönüşümden, yok oluştan payını almayan eşya, canlı, ürün yok gibi. Edebiyat türleri de öyle…
Eskiden bizde iki ana edebiyat türü vardı: Şiir ve inşa. İnşa, yani nesir, düz yazı. Şiir; dil, vezin, anlatım tarzı olarak yüzyıllar içinde büyük değişime, dönüşüme uğradı. Ancak varlığını, canlılığını ve etkileme gücünü farklı tarzlarda da olsa tüm ihtişamıyla sürdürüyor. Zamanla nesir çeşitlendi; masal, hikâye, destan, roman, eleştiri, röportaj, deneme, tiyatro, seyahat yazıları gibi onlarca farklı tür. Ve mektup… Çeşitlenmeyi değişim ve dönüşüm takip etti. Trajedi dramaya evirildi, destan önemini yitirdi. Masallar kitaplarda ve kitaplıklarda kaldı, yerini fantastik edebiyat aldı. Bilim kurgu tüm nesir türlerinde denendi. Fıkra köşe yazısı oldu. Fıkra, deneme, makale, eleştiri birbirine karıştı. Romanda o kadar farklı anlatım biçimi denendi ki anlatmaya değil sayfalar, ciltler yetişmez. Kolay okunan, görsel yönü ağır olan çizgi romanlar ve foto romanlar yaygınlaştı. Seyahat yazıları şekil değiştirdi; fotoğrafın öne çıktığı, yazının geri planda kaldığı görsel içerikli metinlere dönüştü. Sinema ve televizyonun yaygınlaşması, senaryoyu önemli ve etkili bir yazı türü haline getirdi. Televizyonda yüz yüze yapılan söyleşiler, sohbetler, açık oturumlar yazılı basında röportaja duyulan ilgiyi azalttı. Zamandan ve teknolojik gelişmelerden en çok etkilenen de şüphesiz mektup oldu. Diğer edebiyat türleri değişip dönüşürken mektup yok oldu. Edebiyat dünyasına veda etti.
Mektubun tarihi; yazının tarihi ile yaşıttır, desek abartmış olmayız. Arkeolojik araştırmalarda Mısır’da bazıları m.ö dört binli yıllarda kaleme alındığı anlaşılan kil ve papirüslere yazılı mektup parçaları bulunmuştur. Bundan da eski Mısır’da mektubun, yazının bulunuşundan bir süre sonra yazılmaya başladığını anlıyoruz.
Hz. Muhammed’in Mısır, Habeşistan ve Bizans hükümdarlarına gönderdiği İslam’a davet mektupları, bu türün en bilinen örnekleri arasında yer alır.
Türkler, Anadolu’ya gelmeden önce de mektup yazıyorlardı. Hem resmî yazışmalara, hem de kişilerin birbirlerine yazdığı mektuplara “Bitig” deniyordu. Uygur prenslerinin yazdığı mektuplar bu türün Türk tarihindeki ilk örneklerindendir. Uygur mektuplarının elliye yakın örneği mevcuttur. Çeşitli bilim adamlarınca neşredilen bu mektuplar, dönemin kültürel ve toplumsal durumu hakkında önemli bilgiler vermektedir. Dîvânu Lügâti’t-Türk’te “Bitig” kelimesini içeren çok sayıda deyim yer almaktadır. Kutadgu Bilig’de de devlet erkânının birbirine yolladıkları mektuplardan örneklere yer verilmiştir.
Kâğıdın bulunmasıyla, mektup yaygınlaştı, her okuryazar, aynı zamanda bir mektup yazarına dönüştü.
Mektup, Batı’da 15. Yüzyıldan itibaren bir edebiyat türü olmaya başlar. 19. yüzyıla kadar Machiavelli, Goethe, Schiller, Dostoyevski, Puşkin gibi yazarlar kaleme aldıkları mektuplarla bu türün gelişmesine katkıda bulunmuşlardır. Fakat mektubun en büyük ustası ve onun bir edebiyat türü olarak tanınmasını sağlayan Voltaire’dir.
Osmanlı’da mektup “İnşa”nın bir kolu olarak genelde düz yazı olarak yazılmıştır. Ama şiir şeklinde kaleme alınanlar da vardır. Ayrıca, düzyazı şeklinde kaleme alınan mektuplar da çoğu zaman şiirlerden alınan mısra, beyit ve kıtalarla zenginleştirilmişlerdir.
Osmanlı döneminde yazılan mektupları; Taziyetname (Başsağlığı mektubu), Tehniyetname (Kutlama mektubu), Talepname (İstek mektubu, dilekçe), Şükürname (Teşekkür mektubu), Şefkatname (Referans Mektubu), Şikayetname (Yakınma mektubu), Tesliyetname (Teselli mektubu), Ubudiyetname (Bağlılık, sadakat bildiren mektup), Davetname (Davet Mektubu), Duaname (Dua mektubu) , İlamname (Bildirme mektubu), İrsalname (Gönderme mektubu- Bir şeyin gönderildiğini bildiren mektuplardır), Iyadetname (Hastanın hatırını sormak için yazılan mektup), Muhabbetname (Sevgi ve dostluk dileklerini ileten mektup), Aşk Mektubu (Sevgiliye yazılan muhabbetnameler), Cevapnameler (Cevap mektubu, bir soruya, talebe cevap vermek amacıyla yazılan mektuplar) diye sıralamak mümkündür.
Bu mektupların aynı zamanda “vefa” mektubu olduğunu isimleri bile anlatıyor. Mesela: Taziyetname, Tehniyetname, Şükürname, Şefkatname, Tesliyetname, Duaname ve Iyadetname… Aşk mektupları da vefa mektubudur aslında…
Osmanlı’da Aşk mektubu deyince aklıma Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın eşlerine yazdığı mektuplar ile Hürrem Sultan’ın Kanuni’ye yazdığı mektuplar gelir. Kanuni ve mektup bahsi açılınca da her okuduğumda yüreğimi sızlatan Kanuni ile Şehzade Beyazıt’ın karşılıklı manzum mektuplarını hatırlarım.
Edebî değeri olan resmi ve özel mektuplar Selçuklulardan itibaren derlenerek yayınlanmıştır. Bu eserlerin yayımlandığı eserler “Münşeat mecmuaları” adıyla anılmışlardır. Bazı münşeat mecmualarında mektuplar yazılırken nelere dikkat edilmesi gerektiği konusunda da bilgiler verildiği görülmektedir.
Tanzimat’tan sonra mektup yazmanının ve yayımlamanın yaygınlaştığını görüyoruz. Bu yaygınlaşmada Tanzimat’la birlikte batılı yazarların mektup çevirilerinin yayımlanmaya başlanmasının önemli payı vardır. Özellikle bir mektup ustası olan Voltaire’den yapılan çevirilerin Türk Aydının mektup yazmaya yönelmesinde önemli payı olmuştur.
Namık Kemal ve Muallim Naci ile başlayan edebiyatçıların mektuba yönelişleri uzun yıllar devam eder.
Türk edebiyat tarihinde herhalde en fazla mektup yazan edebiyatçı Namık Kemal’dir. On binin üzerinde mektup yazdığı tahmin edilmektedir. Ziya Gökalp de çok mektup yazdığı bilinen yazarlarımızdandır. Ziya Gökalp’in Malta’da sürgünde bulunduğu yaklaşık bir buçuk yıllık dönemde eşi Vecihe Hanım ile kızları 16 yaşındaki Seniha, 10 yaşındaki Hürriyet ve bir yaşındaki Türkan’a 364 mektup ve 147 kart yazması, mektubun nasıl bir sevgi, özlem ve vefa iletme aracı olduğunu göstermez mi?
Şiirle yatan, şiirle kalkan, rüyalarında bile şiir yazıp şiir okuyan Cahit Sıtkı Tarancı ile Ziya Osman Saba arasında yıllarca kesintisiz ve karşılıklı süren dostluk ve şiirle zenginleştirilmiş mektuplaşmaları; Atsız ile Adile Ayda arasında tarih ve edebiyat merkezli karşılıklı saygı ile kaleme alınmış mektuplar; Bedri Rahmi Eyüboğlu ile Eren Eyüboğlu arasındaki, aşk, sitem ve özlem mektupları; Nâzım Hikmet ile Kemal Tahir’in arasındaki on yılı aşkın süre kesintisiz devam eden “Mapusane Mektupları” ve daha niceleri… Hepsi vefanın nişaneleri.
Yüzlerce mektup kitabı yayımlandı. Hepsi birbirinden değerli. Yayımlananlar şanslı mektuplardı. Ya yayımlanmayanlar; sandıklarda, çekmecelerde meraklısını bekleyenler, varisleri tarafından kıymeti bilinmeyip toplu olarak sahaflara, hurdacılara satılanlar veya çöpe atılanlar. Vefasızlığın kadrine uğrayan şanssız mektuplar… Bir yerlerde vefalı bir yayıncı bekleyen ne mektuplar vardır, kim bilir?
Mektuba ilk darbeyi telefonun yaygınlaşması vurdu. İletişimdeki her yenilik mektup yazma ihtiyacının azalmasına neden oldu. Cep telefonunun ve son olarak internetin yaygınlaşması ile mektup gerek bir haberleşme vasıtası olarak gerekse bir edebiyat türü olarak hayata veda etti. Veda etti etmesine de veda ederken hayatımızdan edebiyat dünyasından neler götürdü? Sosyal medyada da meram anlatılıyor ama dili katlederek. Nerede mektuplarda gösterilen dil hassasiyeti, nerede internetteki iletişim araçlarında dil kurallarını yok sayan, dili katleden anlayış…
İbrahim Alaattin Gövsa “Mektup edebiyatın tohumudur.” der. Eğer gerçekten mektup edebiyatın tohumuysa mektubun yok olması edebiyatın da yok olacağının işareti midir? Mektubun vedası ile edebiyatın da sonunun geldiğini iddia etmek çok abartılı olsa da, mektupsuz kalan edebiyatın çoraklaşacağını kabul etmek gerekir.
[i] PTT’de mektupların açılarak, varsa içerisindeki değerlerin alınması olayına “Mektup Tecavüzü” denirdi.
YAZIYA YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.